O sabah, tatlı uykusundan uyanıp gözlerini açtığında ilk aklına gelen şey Heybeliada olmuştu.
Son günlerde geçmişiyle ilgili ne çok anı geliyordu aklına. Bahar geldiğinden beri Heybeli’ye gitmek istiyordu. O’nu oraya çeken neydi bilinmez ama 21 yaşında, daha üniversitede okurken evlendikleri, birbirlerini büyüttükleri ve yedinci yıllarını devirdikleri kocasıyla beraber vakit geçirmek istiyordu o gün.
Çocukça bir sevinçle yataktan fırladı. Sevinçleri hep çocukçaydı. Yanlarına neler almaları gerektiğini düşündü. Mayolar, havlular, yedek kıyafetler, güneş gözlükleri… O böyle durumlarda temkinliydi, kafasında her şeyi yedekler, kendine notlar alırdı. Unutmak ve bir şeyleri ıskalamak ona göre değildi. Karısının bu huyunu bilen kocası, sorumluluk almamanın dayanılmaz hafifliği içindeydi.
Uzun zamandır evde yapılmayan kahvaltılarla - buna genellikle akşam yemekleri de dahildi- birlikte mutfakla aralarına mesafeler girmiş, diğerleri için özel bir yere sahip olan, anlam yüklenmiş bu mekan, onlar için oldukça sıradan, sadece musluğu olan, evin herhangi bir odası haline gelmişti. Yolda bir şeyler atıştırabileceklerini düşünerek bir an önce yola çıkmak istiyordu fakat her zamanki rahatlığı ve dalgınlığıyla ağır ağır hareket eden kocasının hiçbir zaman acelesi olmazdı. Zaman ile her ikisinin de bir problemi vardı. O zamanı çok ciddiye alırken kocası bu mefhumu hiç ciddiye almazdı. Zaman da bu durumdan memnun değildi lakin aldırış etmeden akıp giderdi…
Kabataş iskelesine vardıklarında deniz otobüsünün kalkmasına 15 dakika vardı, kapılar kapandığı için önünde biriken insan kalabalığı homurdanıp duruyordu, kimseyi içeri almıyorlardı. İçinden kocasına kızarak; “uyuşuk herif! biraz daha acele etseydi yetişebilirdik belki” diye geçirdi ve yine kocası&zaman, zaman&kendisi, kendisi&kocası arasında ki ilişkiye öfkelendi. Ne zamanki öfkelense sessiz bir gülümseme yapışırdı yüzüne. Bunu yapmaya o kadar alışmıştı ki öfkelendiği için mi gülümsüyordu yoksa gülümsediği için mi öfkeleniyordu artık ayırt edemiyordu. Duruma hakim olan kocası hemen ilerideki vapur iskelesine yöneldi, vapur saatlerine baktı, ücretlere baktı, bir durum değerlendirmesi yaptı ve bir saat sonraki vapurla 2.5 saat sürecek deniz seyahatlerine çıkabileceklerine karar verdi. Karar merciisi her zaman kocasıydı.
Vapur saatine kadar, yolun karşısındaki popüler mekanların birinde oyalandılar. Kahve ve çikolata kokularının birbirine karıştığı, Cihangir’in, Kazancı Yokuşu’nun entel dantel tiplerinin uğradığı bir mekandı burası… Kahve Dünyası… Böyle basit mekanlarda basit bir kahvaltı yapılabilirdi, yediği soğuk sandviçle metabolizmayı ateşlemiş, çarkları, çakraları harekete geçirmişti. Karıştırılan birkaç popüler gazeteden popüler haberleri okumuş, bu popüler mekanda pek bir popüler hissetmişti kendini.
Vapur saati yaklaşmıştı.
Kocası çikolatayı çok severdi, gözü raflardaki tatlılarda kalmış, kan şekerleri düşerse yenmek üzere çikolata kaplı lokumlardan da almayı ihmal etmemişti.
Yakındaki büfeden de birkaç gazete daha alıp zaten dolu olan kafalarını daha da bir dolduracaklardı. Açlığını kısmen bastırmış olmasına karşın ruhundaki ve beynindeki açlığı bastıramıyordu. Bilgi açlığı çekiyordu, bu nedenle mi alıyordu bu saçma gazeteleri! Gazete, gözlük, çikolata… Her şey tamam mıydı? Eksik olan neydi acaba!
Vapur daha iskeleye yanaşmamıştı. İskelenin yanındaki çay bahçesinde beklemek istediler, dar/zor bulabildikleri boş bir masaya oturdular. Eskiden hiç çay içmezdi, şimdi nedense seviyordu çay içmeyi. Çayını yudumlarken etrafını izliyordu. Yan masada oturan orta yaşlı, modern bir çifte takıldı gözleri. Kadın bakımlı ve rahattı, adam ise gizemli ve kabaydı. Anlayamadığı bir şeyler konuşuyorlardı, ne konuştukları umurunda değildi de anlaşılmaz olan bu iki insanın nasıl bir araya geldiği idi. Aralarındaki ritimsizlik dikkat çekiciydi. Böyle durumlarda devreye giren ön yargısını susturmak için paradigmayı değiştirmeyi ve empati kurmayı denerdi. Çoğu zaman bunu başarabilirdi ama bilirdi ki başardığı şey paradigmayı değiştirmek değildi. Gerçekleri değiştirmekti! Oysaki gerçekler asla değişmezdi!
Nihayet vapur iskeleye vardığında, kargaşalı bir sevinçle ve değişmeyen gerçekler eşliğinde bindiler ada vapuruna. Vapurun kıç tarafına ilerleyip yerleştiler. Vapurun bu kısmını ve köpüren dalgaları izlemeyi çok severdi. Motorlar çalışıp, dalgalar köpürdüğünde vira vira demir alacaktı dünya fakat bir türlü hareket etmiyordu vapur. Bir süre sonra ayakta durmaktan yoruldu ve eskimiş, pis, tahta zemine oturdu. Aldırış etmezdi böyle şeylere. Otururdu her türlü pisliğin içine. Kocası ise onun tersine asla yapmazdı böyle pis şeyleri. O bir Paranoid Obsesifti. Fakat karısı O’nun için temiz bir güverteydi.
Giderek dolan vapurla ufak bir endişeye kapıldı. Oturduğu yerden hiçbir şeye aldırış etmiyormuş gibi etrafını izliyordu. Bu O’nun yöntemiydi, çok fazla aldırış ettiği zaman aldırış etmiyormuş gibi yapardı. Mesela o an nelere aldırış etmediğini düşündü;
Büyük adam olma hayalindeki üniversiteliler,
Anadolu’nun bağrından kopmuş gelmiş sivilceli ergenler,
2 kilo hıyar, bir baş soğan, kavun, karpuz ve bir küçük baş koyunu oracıkta ızgara yapacak aileler,
Yassı adayı fuhuş yuvasına çeviren fahişeler,
İstanbul’a hayran turistler…
Mesela o an karnını doyuramayan ama akıllı telefonları cebinden eksik olmayan gençlik kulak tırmalayan bir müzikle ortalığı inletiyordu. Bu bin bir ses bin bir nefes arasında kocasının nefesini hissetti yakınında. Kulağına eğilmiş yaşadığı kültür şokunu tariflemeye çalışıyordu karısına; “Biliyor musun, sanırım dünyanın her yerinde alt kültürün davranış şekli bu. Avrupa’da ya da Amerika’da da zenciler metrolarda rap müzik dinliyorlar… benzer hayat formları sanırım... anlıyor musun ne demek istediğimi?"
Dünyalı kocasının ne demek istediğini anlamaya çalışırken hınca hınç dolan vapurun kapasitesini merak etti. Her şeyi bilen kocasına bu soruyu sordu; “Bu vapur bizi taşır mı?”
Endişesini okuyan kocası, o her duruma hakim edasıyla bir hesap yaptı ve bir sonuca vardı; "korkma, taşır!” dedi. Ama o yine de çok korkuyordu.
Bu kadar insanı taşıyabilir miydi bu vapur?
Bu kadar yobazlığı,
Bu kadar cahilliği,
Adiliği, pisliği, bencilliği,
Bu kadar fakirliği-zenginliği,
Güzelliği-çirkinliği…
Bu kadar çeşitliliği-tezatlığı kaldırabilir miydi?
Kapasitesi neydi ki? Hayat bir dualite miydi?
Vapurun güvertesi hınca hınç doluydu. Oturduğu yerde daraldı, nefesi sıkıştı, ayağa kalkıp güvertenin korkuluklarından kendisini sarkıttı. Birbirine karışan tüm bu ağır kokular ve sorularla, uzaklardan belli belirsiz gelen deniz kokusunu ayıkladı ve derin bir nefes aldı. O nefeste Sezen Aksu’nun köfte dudaklarıyla söylediği o neşeli şarkıyı hatırladı.
Ada vapuru yandan çarklı Bayraklar donanmış cafcaflı Simitçi kahveci gazozcu Şinanay da yavrum şinanay
Şinanay da şinanay hopa şinanay…
(2007)