Kulaklarım çınlıyor. Bir gitar solosu beynimin çeperlerinde gidip geliyor. Hani rüzgarlı bir günde vapura binersin de, vapur seni öyle çalkalar ki vapurdan indiğinde yine kendini vapurdaymış gibi hissedersin ya ben de sabahın bu kör vaktinde ayni çalkantıyla uyandım işte. Dün gece rock barların birinde geç saatlere kadar kalınca, yüksek ses ve alkol hala beynimi çalkalıyor.
Nasıl da keyfsizim bir bilseniz. Boğazım ağırıyor, gözlerim yanıyor. Berbat bir sabah. Odanın içi kadar karanlık düşüncelerim. Aralık kalan perdeden gördüğüm kadarıyla kar yağıyor dışarıda. Günlerdir bekliyordum yağmasını. Heyecandan değil ama geçirdiğim hezeyandan olsa gerek, bir titreme aldı vücudumu. Çıplak ayaklarımın üzerine sanki gece boyu kar yağmış, öyle üşüyorum ki. Yanımda yatan adamın sıcak bacaklarının arasına sokup ısıttım çirkin ayaklarımı. Onun sıcaklığını hissetmek öyle güzel ki! ama ya o dün gece ki sözleri! Buz kesti beni. Dün geceyi hatırlayınca öfkeyle çıktım yataktan. Pencereden sokağa baktım. Sokak da bana. Karlar altında, çarpık bir kentleşme vardı duygu dünyamızda. Yakıp yıkmak istiyorum ben bu kenti. Bir "hoh" yapıyorum pencereye ve nefesimin buğusunda yeni bir şehir inşa ediyorum. Nedense olmuyor! Elimin tersiyle siliyorum.
Ben bir pencere buğusunda yeniden inşa ederken hayatı, Volkan huzursuzca uykusundan uyandı. Yüzüme bakmadan yataktan kalktı. Her sabah yaptığı gibi duştan önce filtre kahvesini hazırlardı. Mis gibi kahve kokusu evin tüm hücrelerini ve apartman boşluğunu kaplardı. Volkan'ın tuhaf alışkanlıklarından biri de kahvaltıdan önce dişlerini fırçalamaktı. Volkan dişlerini fırçalarken, ben pencerenin önünde öylece dikiliyordum. Gece yarısından sonra yatağa girip hiçbir planımız yokken neden sabahın köründe uyandığımızı düşünüyordum. Henüz soğumamış yatağıma geri dönüp yüzyıl boyunca uyumak istiyorum. Çok yorgunum! Nedensizce ayakta öylece duruyorum. Neyi bekliyorum bilmiyorum. Sabah seslerini dinliyorum; su sesi, kahve makinasının sesi, yüreğimin sesi, aklımın sesi ve aç olan midemin sesi... gurr gurr gurrull... Aldırış etmiyorum hiç bir sese. Bir gitar solosu daha dinlemek istiyorum sadece. Kızarmış ekmek kokusu kahve kokusuna karışırken yatağıma geri dönüp uykunun sıcak ve şefkatli kollarına kendimi bırakıyorum.
***
Uyandığımda nerede olduğumu algılayamadım. Zaman ve mekan algım kaymıştı. Ya bu bir rüya olmalıydı ya da ben bir şizofrendim. Hayır! En fazla bu anlattıklarım bir öykücünün beceriksizce yapmaya çalıştığı bir kurgunun girizgahı olabilirdi. Çok şükür o da değildi! Böyle şeyler ancak filmlerde olurdu. Fakat benim için hiç bir şey süpriz olmadı. Ölen biri yok, görülen bir rüya yok, öykü yazmaya değecek bir kurgu yok ama berbat durumda olan bir kadın ve bir adam var bu hikayede. Kadın nevrozlu, adam da paranoid obsesif!
Sizi enterese eder mi bilmem ama bu iki insana neler olduğunu anlatayım izin verirseniz. Hoş vermeseniz de anlatacağım! Zira yazıyla günah çıkartmak niyetindeyim.
Tam on yıl süren derin bir aşk uykusundaydım ve bu sabah eşim evi terk edince o uykudan uyandım. Geçen günlerde yaşanan şiddetli bir tartışmanın ardından ikimizde daha fazla devam edemeyeceğimizi anlamış ve bu eziyeti sona erdirip, ayrılmaya karar vermiştik. O günden beri tarifsiz acılar içindeydim. Bir çeşit felç olmuş gibiydim. Aşk giderek gözümden düşüyordu ve ben onu kurtarmak için kılımı bile kıpırdatamıyordum. Dün gece de anlamsız bir şekilde bir araya gelmiş, hiç bir şey olmamış gibi dışarı çıkıp eğlenmiştik. Bir türlü o son noktayı koyamıyorduk. Çünkü bunun gerçek bir son olacağından ikimiz de emindik. Aslında hikaye hem acıklı hem de çok heyecanlı. Zira ortada bir ölü yok demiştim ya hani, biten bir evliliğin ardından aslında geriye iki ceset kaldı. Olan Aşk'a oldu ama ölü sevicileri oldukça o cesetler hala çok değerli. Öldük de hikaye bitti mi sanki! Gelsin yeni aşk öğütücüleri. Neyse artık bu da başka bir hikayenin konusu.
Bundan 10 yıl önce tutkulu bir aşkla başlamıştı bizim hikayemiz. Deli dolu iki sevgiliydik ve kısa sürede evlilik denen hastalıklı birliktelikle yüzleştik. Aile ve toplum baskısına karşı koyamadığımız için evlenmiştik ve sonrasında banka hesaplarında kontrolü yitirmiş, uzunca bir süre maddi sıkıntılar çekmiş ve yapmak istediğimiz pek çok şeyi de ertelemiştik. Bize aktarılmış bir sürü kod vardı hayatımızda. Bu kodlardan kurtulmaya çalışıyorduk fakat şımarıklık yapacak lüksü de bulamıyorduk. Uzun yıllar bu lanet dünyaya bir çocuk getirmeyi bile göze alamamıştık. Her şeye rağmen birlikte pek çok şey başarmıştık ama zamanla biz başaramadıklarımıza odaklandık. Aslında bu noktada neden 1. çoğul şahıs kullandığımı bilmiyorum. Zira tüm olumsuzluklara odaklanan 3.tekil şahıstı. Aslında bütün mesele buydu; çoğul başlamıştı ilişkimiz ama sonra tekilleşmiştik. "Biz değil ben. Ben değil sen. Sen değil O." Neler saçmalıyorum böyle bilmiyorum ama sanırım kendimi aklamak için zemin hazırlıyorum. "Tüm zorluklara ben katlandım!" isimli dramayı oynadım uzunca bir süre. Ailem ve onun ailesi arasında, üniversite eğitimim ve evliliğim arasında, arkadaşlarım ve sevdiğim adam arasında, işim ve eşim arasında sıkışıp kalmıştım. Zor bir evlilik ve zor bir hayatın içinde çırpınırken, kalbim ve aklım arasında yıllarca gidip geldim. Bu iki organım tamir edilemez hasarlar aldı. Evliliğimizin son yıllarında kırık dökük yola devam etmeye çalıştık ama olmadı. Artık gücüm kalmamıştı. Aşk ve mantık arasındaki bu gel-git'ler beni ben olmaktan çıkarttı ve en nihayetinde o kutsal aşkı da mantığı da yitirdik.
Her şey değişti. Değişecektik elbet. Olgunlaşmak dediler buna. Hayır değildi! Bunun adı kirlenmekti! Sizin kurallarınızla kirlendik. Kuralsız aşkları kirlettik. Masumiyetimizi kaybettik. Yerine egolarımızı, korkularımızı, hırslarımızı yerleştirdik ve bu pis duygularımıza bir de utanmadan aşkı alet ettik.
Birbirine deliler gibi aşık olmuş pırıl pırıl iki genç idik. Her anı birlikte geçirmek isteyen, gözleri para pul görmeyen, ahlaksızların koyduğu ahlak kurallarıyla pek ilgilenmeyen, toplum denen gurühların içinde kendine yer edinemeyen, başında kavak yelleri esen, üniversite çağında iki gençtik. Pür neşe, pür aşk, pür cesaret vardı kalplerimizde. Ben onun uçsuz bucaksız zekasına o da benim sanatsal yeteneklerime hayrandı. Çünkü aşk hayranlıkla başlardı.
Birbirimizi keşfetmek, sadece gülmek, eğlenmek, sohbet etmek, müzik dinlemek ve sevişmek istiyorduk. O kadar basitti ki istekellerimiz izin vermediler! "Evlenin!" dediler. Bir düzenimiz olsunmuş! Karşı koyamadık. Oldu evet; düzenli kavgalarımız, düzenli dibe vuruşlarımız, düzenli yıkılışlarımız oldu. Kaçmak istedik düzeninizden. Çok uzaklara gittik iki başımıza ama yine olmadı. Ne fırtınalar atlattık, ne okyanusları aştık da Cemal Süreya gibi bir kaşık sevdada boğulmaktan yine de kurtulamadık.
Şairler de suçlu, en az sizler kadar. Nasıl gözü kara sevilir onlar bize anlattılar, Aşk'ın varlığına bizi inandırdılar. Meğerse aşkı ne çok büyütmüşüz gözümüzde. Aşıkmış diye biri diğeri için her şeyi yapmazmış. Üstelik niye yapsınmış! Yapsa da kıymeti olmazmış, olsa da o kıymet zamanla azalırmış. Her şey gibi bitermiş sonunda. Amenna! Peki ama ey yaradan; neden içimize bu aşk tohumlarını ektin?
Filizlenen aşkımızı biz yıllarca besledik sonra devşirdik ve en sonunda da yok ettik. Aşk'ın Evrim'i bu, güçlü olan hayatta kalır! Demek ki aşk insan evladından daha güçlü, bağımsızlığını sonsuza kadar sürdürecek.
Biz güçlüyüz zannettik, hiç bitmez demiştik ama biz de artık herkes gibiyiz. Milyonlarca kırık kalpten sadece ikisiyiz.
Gözünüz aydın biz de artık envantere eklendik!
Şimdi bırakayım hikaye anlatmayı da sadede geleyim. Dün gece kabul ettim yenilgiyi ve bu sabah uyandığımda o "yenilgi" , sabah kahvesini içti ve valizini alıp evden sessizce gitti. Suçlamıyorum artık onu. O bana birazcık umut verdi, ben ise her şeyimi. Yapacak bir şey yok, maya bozuk bir kere...
Bakmayın içim yandığından söylüyorum hep bunları. Affetsin diye beni edebiyat dünyası. Günahımı çıkarttım nasıl olsa. Tövbemi ettim ve yattım o tatlı uykuya. Ama ne yapsam çınlayan kulaklarım beni artık uyutmuyor ve bir gitar solosu beynimin çeperlerinde gidip geliyor.
(2011)