Sabah 8:45’de evden çıktı.
İş yerine ulaşmak için her gün 2 km yürürdü.
İlk 100 metrede hırçın bir köpekle karşılaştı.
Nefesini tuttu! Yanından geçti!
Köpeği görmemiş gibi yaptı.
Köpek de aynı blöfü ona yapıyormuş.
Arkasından havlayınca anladı.
Sokaktan çıkıp caddeye ulaştı.
Yolun karşısına geçti.
Tam adımını yola atmıştı ki hızla gelen bir minibüsün rüzgarı yüzünü yaladı.
Havada kalan adımını yavaşça yere indirdi.
Okkalı bir küfür savurdu. Yola devam etti.
500 metreyi geride bıraktı.
Bankaya uğradı.
Sıra numarası aldı.
Bekledi bekledi sıra ona bir türlü gelmedi.
İşe geç kalıyordu. Bankadan çıktı.
Park etmek için geri geri gelen bir arabayı son anda fark etti.
Neredeyse onu ezecekti.
Çıldırdı!
Şoföre saldırmak için atak yaptı,
fakat şoförün dünyadan haberi yoktu.
Bugün herkes kör olmuştu. Kimse onu fark etmiyordu.
İnsan denen bu mahlukların kabalığı artık onu delirtiyordu.
Taktığı güneş gözlüğünden midir nedir,
güneş sanki her şeyi parçalıyor,
renkler ve dokular darmadağınık görünüyordu.
Her taraftan burnuna kokular geliyordu.
Yanından geçen herkesin bir aurası vardı,
o auranın kişiye özel rengi vardı,
ve o auraya ait özel kokular vardı.
İnsanlar sabah farklı, akşam farklı kokuyorlardı.
İş yerine 200 metre kaldı.
Karşıdan karşıya geçmesi gereken bir yol ağzına vardı.
Yolu geçti.
Park edilmiş arabalarla dolu bir engelle daha karşılaştı.
Daracık yerlerden bir sürüngen gibi kıvrılarak geçti.
İş yerine ulaşmak için geriye kalan son 100 metre kaldı!
Çift taraflı kaldırım ve tek yönlü bir araç yolundan ulaştı.
Kaldırımdan yürümek zorundaydı
fakat tekrar yine onlarca engelle karşılaştı.
Dükkanlardan kaldırıma taşan tabelalar, tabureler, çöpler,
önüne sırnaşıkça uzanmış kediler,
köpek bokları,
yerden kopan kaldırım taşları,
üstüne üstüne yürüyen kaba insanlar...
Araç yolundan yürüse olmuyor, kaldırımdan yürüse olmuyor, ne yapmalı?
En iyisi uçmalı!
Uçabilirdi aslında ama eski alışkanlıklar işte!
insanlar gibi yürümekten vazgeçemiyordu bir türlü.
Şu köşeyi de dönünce…
işteeeee El-Araf.
Tam 500 yıldır bu seyahat acentasında çalışıyor.
Ve her sabah evinden çıkıp El-Araf'a gelmek sadece 20 dakikasını alıyor.
Bu süreçte yaşayan insanlarla mümkün olduğunca temas ediyor,
onları tanımaya, keşfetmeye ve hatırlamaya çalışıyor.
Meslek icabı yani!
Bazen yaşarken tanıdığı insanların torunlarına rastlıyor
ve bir gün onların da “ruhlar âlemine” geçmek için bu acentaya geleceklerini biliyor.
Nereye gideceğini bilmeyen şaşkın ve üzgün ruhlarla çalışmayı çok seviyor
ama “yaşayan bir insan olduğu günleri” de çok özlüyordu.
Bir çeşit şark görevindeydi şimdi.
Tanrı O’na verdiği sözü tutacak bir gün.
Hayata dönmek için dayanmak zorunda bir kaç asır daha.
İnsanların arasında yeniden görünen bir canlı olacak,
onu fark eden kediler irkilmeyecek,
köpekler anlamsız yere havlamayacaklardı.
Onun da bir rengi, bir kokusu olacak, sabah farklı akşam farklı kokacaktı.
Kaldırımda yürüyen insanlar onu da fark edip yol vereceklerdi.
Hatta belki yeniden birine aşık olabilirdi.
Çok değil 1000 yıl daha sabrederse!
Her sabah sokaklarda kayıp ruh arıyordu ve çok çalışıyordu,
bu yüzyılın sonunda aldığı primlerle ilah Faro'nun ülkesine tatile gitmeyi planlıyordu.
Tam da kariyerinin zirvesindeyken şimdi bırakamazdı bu işi.
Kimi nereye göndereceğini ondan iyi bilen yoktu.
Kayıp ruhları onun kadar tanıyan, anlayan biri olamazdı.
Gönderdiği ruhlardan her yüz yılda bir kart alırdı
O zaman işte tüm dünyalar onun olurdu.
Şimdi sabah sabah yaşadığı tüm o aksilikleri bir kenara bırakmalı
ve işinin başına dönmeliydi.
Bugün onu lobide bekleyen tam 200 seyahatçi ruh vardı…
(2008)