(Attention please; Ağır spoiler içermektedir yazı, filmi izlemediyseniz okumayınız!)
PsikaArt'ın "İntihar" konulu 37.sayısında rastladım Kirazın Tadına. Gamze Erzin'in kaleme aldığı yazıdan merakla izledim filmi. İyi ki de konu edilmiş iyi ki de kaleme alınmış bu film. Yoksa bilemeyecektim.
Abbas Kiarostami'nin yönettiği, 1997 yılı İran yapımı olan bu tuhaf film, Cannes film festivalinde, Altın Palmiye ödülünü hak kazanmış. Film'i izlerken zorlandığımı söyleyebilirim. Akmıyor çünkü. Ağır diyaloglar, kum toprak içinde geçen sahneler, sürekli bayır aşağıya inen ve bayır yukarı çıkan bir araba, bir kiraz ağacı ve ağacın dibine kazılan bir mezar. Filmin ana karakteri olan Bedii bey'in mutsuzluğu, insana kendi çaresizliğini, umutsuzluğunu ve boşluğunu anımsatıyor. İntihar etmek istiyor Bedii Bey ve cesedinin ortada kalmaması için kendisine yardım edecek birini arıyor. Arabasıyla dolaşarak ona yardım edebilecek birilerini arıyor, arabasına aldığı insanları şehir dışında bir ağacın altına kazdığı çukura götürüyor, ertesi gün gelip de kendisini burada ölü bulacak olurlarsa üstüne toprak atıp, oradaki parayı da alıp gitmelerini istiyor. Dev bir empati duygusuyla izlediğim Bedii bey’in bu son arzusu sadece bana mı tuhaf geliyor? Zaten bu his filmi izlettiriyor. Tuhaflıkla beraber gelen gerçeklik duygusuyla yüzleşmek genzimi yakıyor. Çünkü o kadar yalan dolanla yaşıyoruz ki gerçekle yüzleştiğin zaman o duygu tuhaf gelir sana. Kiarostami’nin tasarladığı sahneler o kadar gerçek ki kendinizi taş ocaklarının ortasında nefessiz kalmış hissediyorsunuz ve her ne kadar kendini öldürmeyi kafaya koymuş olsa da Bedii bey’in korkusu izleyiciyi titretiyor. Yaşamdan vazgeçmeyi konu alan ama bir o kadar da "yaşayan" bir filmi çekmek sanırım herkesin harcı değil.
Bedii bey, tıpkı hayatın kendisi gibi bir aşağıya iniyor bir yukarıya çıkıyor arabasıyla. Yol boyunca karşılaştığı üç kişiye bu intihar düşüncesinden bahsediyor ve onlardan yardım istiyor. Yanlış anlaşılmasın! Onlardan nasihat ya da akıl değil sadece öldükten sonra üstünü toprakla kapatmaları için yardım istiyor ve onlara bu iyilikleri karşılığında da para teklif ediyor. Arabasına alıp konuştuğu karakterler, aslında otoriteyi temsil ediyor. Önce genç bir askerle(devlet)konuşuyor, asker korkup, kaçıyor. Sonra Afgan bir ilahiyatçıyla (din) konuşuyor, ilahiyatçı bol bol nasihat veriyor ve gidiyor. Son olarak da, tarih müzesinde görev yapan yaşlı Baharii(baba) ile konuşuyor ve nihayet Baharii sonucu ne olursa olsun Bedii beye yardım edeceğine ve onun son dileğini yerine getireceğine söz veriyor.
Afgan ilahiyatçının intihara olan yaklaşımı şaşırtıcı değil fakat dini açıdan ihtiharın yasak ve günah olduğu klişesine karşılık Bedii bey'in verdiği yanıtlar neredeyse intiharın seçilen en ahlaklı çıkış yolu olduğunu düşündürtüyor insana. "İntiharın büyük bir günah olduğunu biliyorum ama mutsuz olmak da büyük bir günahtır. Mutsuzken başkalarını incitirsiniz. Bu günah değil midir? Başkalarını incitmek günah değil midir? Aileni incitiyorsun, arkadaşlarını, kendini incitiyorsun. Bu bir günah değil mi? Seni incitirsem bir günah olmuyor da kendimi incitirsem mi büyük günah işliyorum?"
Bu cevaba karşılık kendini ve inancını sorgulamayacak bir din adamı var mıdır bilmiyorum fakat intihar noktasına gelmiş bir insanın ince eleyip sık dokuduğu hayatını sorguladığı aşikardır. Bu sorgulamanın rasyonelliği beni derinden sarsmıştır. Tam da bu noktada devreye giren Baharii karakteri biraz olsun içimize su serpiyor. Bu yaşlı adam ne ara yola düştü ne ara Bedii beyin arabasına bindi hatırlamıyorum ama hızır gibi yetişmişti. Bahari, Bedii'nin bakış açısını değiştirmeden önce gittikleri yolu değiştirdi. Bu noktada da diyebiliriz ki yolunu değiştirmen gerekebilir bazen, engebeli olsa da, yolunu uzatsa da varacağın nokta hayatını değiştirebilir.
Bedii bey meramını Baharii’ye de anlatır yol boyu. Baharii diğerleri gibi korkmak ya da nasihat vermek yerine bir fıkra anlatır Bedii beye. "Bir Türk, doktoru görmeye gider ve ona der ki: Doktor bey, vücuduma parmağımla dokunduğumda acıyor, başıma dokunsam acıyor, bacaklarıma dokunsam acıyor, karnıma, elime dokunsam acıyor. Doktor onu muayene eder ve sonra ona der ki; vücudun sağlam, ama parmağın kırık!” Marazı kaynağında değil de başka yerlerde aramak gibi bir alışkanlığımız var hepimizin. Bu fıkradan payımıza düşen cepte. Şimdi kendisinin bizzat yaşadığı bir deneyimin hikayesinden ne düşecek payımıza bakalım; "Size başımdan geçen bir olayı anlatacağım; henüz yeni evlenmiştim. Belaların her türlüsü bizi buldu. Öylesine bıkkındım ki her şeye son vermeye karar verdim. Bir sabah şafak sökmeden önce arabama bir ip koydum. Kendimi öldürmeyi kafama koydum. Yola koyuldum. Dut ağaçlarıyla dolu bir bahçeye vardım. Orada durdum. Hava henüz karanlıktı. İpi bir ağacın dalı üzerine attım; ama tutturamadım. Bir iki kere denedim ama kar etmedi. Ardından ağaca tırmandım ve ipi sımsıkı düğümledim. Sonra elimin altında yumuşak bir şey hissettim; dutlar. Lezzetli, tatlı dutlar. Birini yedim. Taze ve suluydu. Ardından bir ikincisini ve üçüncüsünü. Birdenbire güneşin dağların zirvesinden doğduğunun farkına vardım. O ne güneşti, ne manzaraydı, ne yeşillikti ama! Birdenbire okula giden çocukların seslerini duydum. Bana bakmak için durdular. "ağacı sallar mısın?" diye bana sordular. Dutlar düştü ve yediler. Kendimi mutlu hissettim. Ardından alıp eve götürmek için biraz dut topladım. Bizim hanım hâlâ uyuyordu. Uyandığı zaman dutları güzelce yedi ve hoşuna gitti. Kendimi öldürmek için ayrılmıştım ve dutlarla geri döndüm. Bir dut hayatımı kurtarmıştı." Bunun üzerine Bedii bey "bir dut her şeyi düzeltti mi?" diye sorar Bahari'ye. "Hayır her şeyi değil sadece beni düzeltti." diye cevap verir Baharii. İşte bu hikayeden payımıza düşen umutları da nazikçe cebimize koyalım ve filmin sonunu size bırakayım. "Bakış açınızı değiştirmelisiniz ki dünya değişsin." diyen şahane bir film Kirazın Tadı. Kendisi bilmez, duymaz belki beni ama bu güzel eseri, umudu ve umutsuzluğu aynı anda aynı bünyede barından biz ölümlülere armağan ettiği için Abbas Kiarostami'ye şükranlarımı sunarım...