(Mektup 1)
Sevgili dostlarım,
Nihayet 5 Eylül Pazartesi günü pasaportlarımız vizemizle birlikte bize ulaştı. 3 gün sonra da yola çıktık canlarım. Fakat her şey son dakikaya kaldığı için ucuz bilet yakalamak için çok kıvrandık. Bu konuda yardımı dokunabilecek bir kaç arkadaşa da danıştık fakat siz siz olun hiç kimseye bel bağlamayın. Oradan buradan haber beklerken oldukça fazla vakit kaybettik. Ama son 5 aydır kaybettiğim vakti düşünürsek son 3 günde kaybettiğim vakit devede kulak! Şans eseri THY’den, Hong Kong aktarmalı çok uygun bir bilet bulduk. Bizim aklımızda Hong Kong üzerinden uçmak yoktu. Böyle bir uçuş olduğunu dahi bilmiyorduk. Detaylara takılınca aradan 1–2 saat daha geçti ve bir baktık ki birileri o bileti bizden önce kapmış. Neyse ben yine mide krampları geçirirken Hasan bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün yola çıkarız deyip duruyordu. Yolcu yolunda gerekti bana göre. Benim gerildiğimi anlayınca uçuşta rezervasyon iptali olur belki diye takibe aldı biletleri. Ve bir mucize oldu! Ben hiç ihtimal vermiyordum fakat bazı iptaller vardı ve bize yer açılmıştı. Uçuşumuz o günün gecesi 23:50’de idi ve biz 17:00’de biletlerimizi online satın almış, 19:00’da yola çıkmış 21:00’de hava alanına varmış ve 23:50’de cehennemin ta dibine gitmek için uçağımıza binmiştik. Sen günler, haftalar, aylarca uğraş bir arpa boyu yol alama ama son dakika iki ayağın bir papuca girsin. Neyse işte, aileler bizi hava alanına bıraktı ve bir kaç dramatik sahneden sonra iki şapşal yola çıkmıştık.
Hong Kong’a indiğimizde yerel saate göre 15:30’du ve biz 10 saat kadar havada kalmıştık. Melbourne uçağımızın kalkmasına daha 17 saat vardı ama bu süre içinde Hong Kong’u gezebilme fırsatı yakalamıştık. Fakat sonraki uçuşumuzun check-in’ini yaptırmak, para bozdurmak, ailelere haber vermek, tren istasyonunu ve şehir içi ulaşım işini çözmek gibi detaylara takılınca 3 saat çıkamadık hava alanından. Trene bindiğimizde gün batıyordu artık ama trenin penceresinden gördüğümüz yerler muhteşem görünüyordu. Yemyeşil bir ormanın içinden geçiyorduk ve o an orada olmaktan çok mutluyduk, ta ki şehir merkezine görene kadar!
Hong Kong, klimalı tren istasyonundan çıkıp şehrin içine daldığımız anda tüm çirkinliğiyle karşımdaydı. Burnumuza hucum eden korkunç bir koku ve yapış yapış bir nem vardı dışarıda. Bu iğrenç koku kalabalığa karışınca daha da dayanılmaz bir hal aldı. Vır vır konuşan trafik lambaları, dev binalar ve ışıklı tabelalar başımızı döndürdü. Binalar arasında, sokağa çıkmadan geçişi sağlamak için köprüler, tüneller yapılmış. Burası için küçük Newyork benzetmesi yapıyorlarmış. Eğer durum buysa, Hong Kong gibi Newyork da sittin sene bundan sonraki seyahat planlarımın içinde yer almayacak. O iğrenç kokuyu ve o insan kalabalığını hiç bir zaman unutmayacağım. Çok acıkmış olmamıza rağmen öğürmekten bir türlü yemek yiyemedik. Dükkanların vitrinlerinde ne olduklarını asla tahmin edemeyeceğimiz garip şeyler asılıydı. Belki yanlış bir zamanda gelmiştik, belki kalabalık bir nüfusa sahip tüm şehirlerin merkezleri insanda bu hissi yaratabilirdi ama ne yalan söyliyeyim burada kalmak zorunda olmadığımız için sevinmiştim.
3 saat içinde tüm şehri gezip bitirmiştik ve daha vaktimiz olmasına rağmen topuklarımız götümüze vura vura hava alanına geri dönmüştük. Kısmen de olsa buraya kadar jet-lag’ı yemiştik. Yorgun ve uykusuzduk. Belki biraz dinlenme şansımız olur diye düşünmüştük.
Yerel saate göre sabah 9:00 da kalkacaktı uçağımız. Bu süreçte valizlerimizi Melbourne uçağına direk aktarma yapacakları için en azından o konuda rahattık, valizlerle uğraşmadık. Hava alanında uygun koltuklar bulup bir süre uyumaya çalıştık fakat başaramadık. Koltuklar çok rahatsızdı. Karnımız çok açtı. Klimalar çok açıktı. Ne çok derdimiz var ıdı allahım!
Neyse bir şekilde sabah ettik, işlemlerimizi bitirdik. Melbourne uçağına bindik. Bir 10 saat daha yolumuz vardı ve biz gerçekten yamulmaya başlamıştık. Garip bir duygu kalbimi sıkıştırıyordu bazen. Bir bilinmezliğe doğru yola çıkıyorduk ve ben kaygı bozukluğu yaşıyordum. Yolculuğumuzun bu aşaması daha yorucuydu. Önümüzdeki ekranlardan an be an uçuş bilgilerini alıyorduk; hava durumu, saat farkları ve haritadaki konumumuzu görünce “ne cehenneme gidiyoruz, ne halt ediyoruz acaba biz?” diye diye endişe duvarını delmiştik. Nihayet yolculuğumuz bittiğinde sinirlerimiz iyice gerilmiş ve artık Hasan ile birbirimize hiç tahammül edemez hale gelmiştik. Hele son golleri de yiyince, ben kontrolü kaybettim. THY valizlerden birini aktarma sırasında kaybetmiş. Buraya gelmeden önce ayarladığımız Hostel’deki yetkili, bir araç yollayabileceğini ve bizi aldırabileceğini söylemişti lakin o araç da gelmemişti ve saat akşamın 9’u idi. Kayıp valizde montlarımız vardı. Ve Melbourne tahmin ettiğimizden daha soğuktu. İşte o an varya! işte o an! Tam bir yol ayrı mıydı! İlk uçakla turbo hızla Türkiye’ye geri dönmek istedim. Benim betim benzim attığından Hasan kontrolu ele aldı ve durumu idare etmeye çalıştı. Hostel’e gidebileceğimiz bir araç ayarlamaya çalışırken çok komik bir tesadüf oldu. Bizim Havataş benzeri bir serviste yolcu taşıyan bir Türk şöföre rastladık. Adanalı Şükrü Abi! Yav dakka bir gol bir. Memleketten dünyanın öbür ucuna kaçmışız ve en ihtiyaç duyduğumuz anda Şükrü abiyle karşılaşmışız. Bu neyin “karması” bilmem ama Şükrü abi o an bizim en büyük kahramanımızdı. Yasak olduğu halde (çünkü biz onun yolcu listesinde yoktuk!) bizi gitmek istediğimiz hostelin çok yakınlarına bıraktı. Bu arada atlamadan gümrük ve pasaport kontrollerine de değineyim. İnanın bana ülke dışından gelen hiçbir insan evladı bizim kadar kolay geçiş yapmamıştır bu kapılardan. Hiç bir sorgulamaya tabi tuttulmadık, hiç kimse valizlerimizi kontrol etmedi, pasaportlarımız dışında hiç kimse başka bir evrak sormadı. Biz gümrük kurallarına tamamen uyduk, gerekli evrakları eksiksiz sunduk ve benim gibi kara kafalı bir soydan gelmeyen sarışın kocam bu geçişi kolaylaştırmıştı. Valiz hikayesinde şunu da söylemeliyim ki, Thy’nin ilan ettiği valiz limitine(kişi başı 20 kg) göre kendimizi ayarlamıştık, fazlamız değil eksiğimiz vardı fakat check-in’imizi yapan görevli ne dese beğenirsiniz “abi siz aktarmalı gidiyorsunuz ve isteseydiniz 100 kiloluk valiz getirirdiniz”. Hay bin kunduz! O kadar çok eşya bırakmıştım ki geride bunu duyunca bayağı küfür etmiştim. Lakin 3 gün sonra kaybolan valizimiz ortaya çıkınca çok sevindim ve hemen küççük sıkıntıları dert etmemeye karar verdim. Sonuçta biz Allah’ın sevgili kuluyduk ve valizimiz de kaybolon eşşeğimiz idi.
Evet nerede kalmıştım; Şükrü abiyle mi gitsek, taksi mi tutsak, beklesek mi, kahretsin valiz de gitti filan derken Şükrü abinin aracıyla şehrin biraz dışındaki Hostel’imize doğru yola çıkmıştık en son. Melbourne’nün yerel saatine göre akşam 22:00 sularıydı. Ve biz yol sarhoşuyduk. Etrafımızı algılamakta zorluk çekiyorduk fakat ilk izlenimimiz şuydu; “lanet olası bu şehir çok büyük dostum! Fakat bu şehirde yaşayan insanlar hangi cehennemdeydi?” Sokakta hiç mi insan olmaz arkadaş! Hostel’imize ulaştığımızda bizi almaya gelmediği için kavga edeceğimiz bir yetkili, bir müşteri, bir turist yahu hiç bir insan evladına rastlamadık. Kapı duvar olmuş, in cin top oynuyordu. Hostel görevlisi,geç saatte hostele gider isek ve kimseyi bulamaz isek verdiği şifre ile hostele giriş yapabileceğimizi söylemiş telefonda. Zili mili çaldık etrafa bakındık ama kimsecikler yoktu.
Bina kapısının yanında posta kutusuna benzer bir kutu vardı ve elektronik bir cihazdı. Demek şifre bunun için verilmişti! Fakat bizim bunu idrak etmemiz epey vaktimizi almıştı. Akşamın o saati, yabancı bir memlekette ve 37 saatlik bir yoldan gelince elektronik bir cihazın karşısında mal gibi duruyor insan öyle. Elektronik posta kutusuna şifreyi girince, açılan kutudan, üzerinde Hasan’ın adı yazan bir zarf, zarfın içinde bir anahtar, elektronik bir kart ve bir harita çıktı. Her şey giderek garipleşmeye başlamıştı. Amatör bir korku filmine meze olmasaydık bari! Harita hostelin haritası idi. Bir boka yaramayan o haritayla, 3 katlı ve yaklaşık 30 odadan oluşan bu tuhaf hostelin labirent gibi koridorlarında ne kadar süre dolandık hatırlamıyorum. Bazı odalardan yaşam belirtileri geliyordu ama hala kimseyle karşılaşmamıştık. Hostel’in eski ahşap kokusu, gıcırdayan merdivenleri, kalın perdeleri ve loş ışıkları artık başımı döndürüyordu ve ben artık koridorların birinde kıvrılıp uyumayı düşünürken nihayet Hasan odamızı bulmuştu. Eşyalarımızı rastgele savurup odanın ortasındaki yatağa kendimizi bir bırakışımız var, içler acısı! Sanmayın ki her şey bitmişti! Uyumaya çalışıyordum fakat kulağım çınlıyordu. Ve odadaki sessizlik bu yüzden beni deli ediyordu. Çok acıkmıştım ve artık midem de gurulduyordu. Gözlerimden akan uyku yüzümü tırmalıyordu, cayır cayır gözlerimi yakıyordu. Beynim uyumuyordu ama gözlerim delice uyumak istiyordu. Bir kez gözümü kapatttığımda açacak gücüm, bir kez açtığımda ise kapatacak gücüm kalmamıştı. En sonunda bu işkenceye son vermek için kendimi uykuyla bayıltmış olmalıyım. Gözlerimi açtığımda gün ışığı aralık perdeden içeri sızıyordu ve kuş sesleri kulaklarımı gıdıklıyordu ama beynim hala çalkalanıyordu, sarhoş gibiydim. Saate baktım. Saat sabahın 4'ü ve ben sadece 1 saat uyumuşum. Sonra Hasan’da uyandı ve bir daha uyyamadık. Belki bir daha uykuya dalarız diye inatla yataktan çıkmadık ama bu garip sarhoşluk halüsinasyon görmeme ya da olmayan sesleri duymama neden olmuştu. Köpekler havlıyordu! Evet evet havlama sesleri duyuyordum. Sanırım odanın içinde çalışan buzdolabı sesini, havlayan köpeklerin sesine benzetmiştim. Panikle yataktan çıktım ve pencereden dışarı baktım. Sokakta ne köpek vardı ne de bir canlı! Duyduğumu sandığım sesler İstanbul’dan kulağımda kalan seslerdi sanırım. Sonraki günlerde de ezan sesi duymaya başladım. Yakınlarda cami filan yoktu oysaki. İnsan yaşadığı yerin seslerini yanında taşıyor demek ki! Ne garip değil mi!
İlk bir kaç gün, Hostel kurallarına alışmaya çalıştık. Kahvaltıda sadece marmelat gibi tatlı şeyler yiyorlar. Ve belki Cornflex. Hiç bize göre şeyler değil bunlar. Biz de şehir merkezinde bir süpermarket bulup yiyecek aldık. Merketlerde her şey var ve fiyatları hemen hemen Türkiye’yle aynı. İlk günün akşamı ortak kullanımlı mutfakta, kendi kendimize karnı bahar yemeği yaptık.Süperdi! Fakat çok tuhaf bir şeyle karşılaştık; Hasan süt almıştı ve geçici bir süre ortak kullanımlı mutfağın dolabına koymuştu. O akşam sütü dolapta unuttuk ve ertesi sabah baktığımızda o süt çöpe kutusuna atılmıştı. Çok katı ve kaba bir davranıştı bana göre. Hostel’in her yerinde uyarı yazıları vardı; bulaşıklarını yıka, kapağı açık bırakma, suyu boşa akıtma!!! Belki haklılar ve evet ortak yaşam alanlarında bu tür kurallar olmalıydı ama nedense sütü çöpe atmalarını hazmedemedim!
Ev bakıyoruz hızlıca fakat sanırım çok kolay olmayacak ev bulmak. Emlakçılar komisyon alıyor. Kendimiz bulmaya kalksak etrafta çok fazla sahibinden kiralık ev yok. Daha çok evlerinin bir odasını kiraya verenler var. Bunu tercih etmiyoruz ama çok zorda kalırsak bunu yapacağız. Kiralar da sanıldığı kadar ucuz değil. En düşük haftalık kira 250 A$.
Toplu ulaşım araçları pahalı fakat aylık kartlardan alırsan İstanbul’daki ulaşım paralarına denk geliyor. Aylık 100 A$ civarı. Tramvay gibi raylı sistemler çok yaygın kullanılıyor burada. İlk izlenimlerime göre şunu diyebilirim ki, evet şehir kocaman, evet insanlar burada çok yalnız, evet hava şu an burada çok soğuk, evet yemekler berbat fakat burası gerçekten dünyanın en güzel şehirlerinden biri! Şehir alt yapısı ve üst yapısı muazzam. Mimarisi, kent dokusu, halka açık sosyal alanlar, hepsi düşünülmüş ve tasarlanmış. Bu arada bulunduğumuz yer okyanusa çok yakın fakat henüz göremedik, ona sıra gelmedi. Ha bi de Çin’e gitmeye hiç gerek yok! Bunu ırkçı bir söylem olarak algılamayın fakat Melbourne nufusunun en az yarısı Asyalı. Ha bir de buranın güzel yerlileri Aborjinler var fakat o başka mektuplarımın konusu. Part time çalışabileceğim tüm sektörlerde Asyalılar var. Özel şoförlük, tezgahtarlık, temizlik gibi alanlarda çok yaygınlar. Çinliler çalışmayı çok seviyor. Avustralyalılar da spor yapmayı, içmeyi ve eğlenmeyi çok seviyor. Demek ki, azınlığın refahı ve zenginliği için çoğunluğun sömürülmesi kuralı dünyanın her yerinde aynı. Göçmenlik anlamında buradaki yığılma ve sömürünün boyutu hayret verici. Fakat ülke ekonomisini döndürenler de yine göçmenler. Al gülüm ver gülüm! Tabi Asya ülkelerinin buraya yakın olması da bir etken.(fakat yakın dediğim; mesela Hong Kong’dan buraya 10 saatte geldik!) Şimdi Avustralya hükümeti pişmanmış bu kadar göçmen aldıkları için ama iş işten geçmiş tabi. Göçmen yasalarını habire değiştiriyorlarmış şimdi. Kontrol altına almaya çalışıyorlarmış. Ülkenin yarısı göçmen ama bana sıra gelince yasalar yine değişir kesin. Şansımı dürteyim!
Neyse dostlarım çok kelam ettim, daha da ederdim lakin şu an burada gece saat 03:45 ve ben eğer yazmaya devam edersem gün doğacak birazdan. Bir türlü uyku düzenimi ayarlayamadım geldiğimden beri. Ne menem şeymiş bu jetlag. Günlerdir kendimize gelemiyoruz. Çok abartıyor gibi gözükebilirim ama gerçekten ciddi sıkıntı verdi bize artık. Beynime diyorum ki, “bak gülüm gece oldu, hadi git uyu” bünye de diyor ki, “ yok sen beni kandıramazsın aslında hala gündüz”. Sen şimdi kalk 30 senedir, kendi coğrafyasının biyolojik saatine alışmış bu bünyeye söz geçir!
14.09.2010
(Mektup 2)
Selam herkese,
Geçen mektubumda bahsettiğim uyku problemimizi nihayet çözdük. Belli bir rutine giriyoruz artık. Ben tabi ki yine eski düzenime, “karga bokunu yemeden uyanma” saatime geri döndüm.
Ev kiralama işini de halettik bu arada. Şehir merkezine yakın, 2.katta bir flat daire tuttuk. Sri Lanka’lı bir komşumuz var. Aynı katta ortak mutfağı kullanıyoruz. Bizim dairenin içinde banyo-tuvalet, buzdolabı, çift kişilik yatak, çift kişilik bir koltuk var. Hepsi bu! Bu 20 m²’lik studio daireye 1290 A$’ kira vereceğiz her ay! Akıl karı değil! Fakat biraz aceleye geldik ve çok fazla alternatifimiz yoktu. 6 aylık kontrat yaptık şimdilik. Her gün en geç 8:50 de okulda olmam gerekiyor. Yürüyerek 25dk. Tram’la gidersem 7 dk. sürüyor merkeze ulaşmam. Yaşadığımız bölgenin haritasını kafamda çizmek için her gün farklı bir yoldan gidiyorum. Hasan ile gezerken nereye nasıl gittiğimizi bir türlü anlayamıyorum. Hasan haritalar yardımıyla çok kolay yön buluyor fakat o haritayı çizen ben değilsem bir türlü o yolları bulamıyorum. Hasan sürekli beceriksizliğimden yakınıyor. Bir şey öğrenirken benim kendi yöntemlerim olduğunu bir türlü kabullenemiyor. Onun yöntemlerini uygulamadığım zaman bana sinir oluyor. Dokuz senedir ettiğimiz kavgaların tümünü, paket program yapıp 15 güne sığdırdık! Boş vakitlerimizde kavga ediyoruz.Bolca vaktimiz var allaha şükür kavga etmek için. Fakat birbirimizden başka saracak kimsemiz de yok. Hal böyle olunca insan arsızlık ve yüzsüzlükte çığır açıyor. Bir bakıyorsun yoktan bir sebeple kavga etmeye başlamışsın, bi bakıyorsun sarmaş dolaş olmuş işi yavşaklığa vuruyorsun. Neyse Hasan’la her zaman ki hallerimiz işte bunlar.
Dil okulumla ilgili de biraz bilgi vereyim size. Her gün, sabah 8:50' başlayıp 13:00'de bitiriyorum kursu. Cumartesi-Pazar hariç! İlk Level için bir İngiliz, bir de Avustralya’lı öğretmenim oldu. Çok zevkli geçiyor dersler.“Tabu” gibi oyunlar oynuyoruz. Anaokulu’nda gibi hissediyorum bazen kendimi. İçler acısı! 17 kişilik kalabalık bir sınıfım var. Ama hepimize yeteri kadar zaman ayırıyorlar. Hepimiz berbat İngilizce konuşuyoruz ama nasıl oluyorsa bir şekilde anlaşıyoruz. Çok renkli çok dilli arkadaşlarım var. Zira 2 Kolombiyalı, 2 Brezilya’lı, 1 Portekizli, 1 Arap, 1 Fransız, 1 Meksikalı, 3 Türk, 2 Kore’li, 3 Tayland’lı, 1 Çin’li öğrenci var sınıfta. Sanırsın Birleşmiş Milletler! Genel olarak kimseyi anlayamıyorum ama aksanlarından dolayı özellikle Asya’lıların ve Fransız’ların aksanlarını hiç anlamıyorum. Alman’lar ve Türk’ler de sıkıntı yok. Birbirimizi anlıyoruz. Avustralya’lı öğretmenlerin hızına yetişmek çok zor oldu ama alışıyorum onlara da zamanla. İngilizce dil seviyem, seviye tespit sınavında “Premier Intermadiate” olarak belirlendi. Açıkcası ben çok daha kötü bekliyordum. Çünkü, Anadolu lisesi mezunu olmama karşın, buraya geldiğimde sokakta konuşulan hiç bir şeyi anlamadığımı fark ettim. İlk zamanlar kimseyle göz teması kurmuyordum. Biri selam verir ve konuşmak ister diye! Hasan ise hemen sosyalleşmişti. Çünkü dil konusunda nereden geldiğini bilmediğim bir öz güveni vardı. İşler onun için çok kolaylaşmıştı. Çok net bir şey söyleyeceğim; yabancı bir dil kesinlikle yerinde öğrenilir! O kültüre değmeden temas etmeden o dil öğrenilmiyor arkadaş. Eğer benim kadar geniş bir zamanınız yoksa ve sizin imkanlarınız varsa, 3 aylık bir yaz tatilinde bile, İngiltere, Amerika ya da Avustralya gibi bir yere gidip çok hızlıca İngilizce öğrenebilirsiniz. Ben hep geç kaldığımı düşünürdüm başka bir dil öğrenmek için. Fakat hiç bir zaman, hiç bir konuda geç olmadığını da yaşayarak öğreniyorum.
Okul işi böyle işte… Gelelim diğer meselelere…
Umumi tuvaletlerin bazılarında şırınga box’lar var burada. Uyuşturucu kullananlar için! Tram’da bir tane junky kız gördüm. Yaklaşık 30'larında çok güzel bir hatun tribe girdi hemen yanı başımızda. Tuhaf bir andı. Sanırım uyuşturucu kullanımı çok yaygın buralarda.
Yiyecek içecek kısmına gelirsek…
Coca cola 2.5 A$ ama etin kilosu 7 A$. Etle kola arasında saçma bir orantı var. Marketlerde, pazarlarda her şey var ama “ayşe kadın fasülye” yok burda arkadaş. Patlıcan ve domatesin kilosu 6–10 A$. Müthiş peynirler, tereyağlar var. Yeni Zelanda ve İtalya’dan geliyor. Haftanın belli günlerinde şehir merkezinde halk pazarı kuruluyor. Kraliçelere layık, “Queen Victoria Bazaar” diye bilinen koccaman bir pazar. Kilosu 1.8 A$’a patlıcan var mesela, domates de 1.5 A$. Marketlerdeki fiyatlardan çok daha uygun.
Buranın en güzel şarabı “Yarra Yering” şarabıymış. Subliminal mesaj vermişler Türklere. Şarap aynı isimli nehirden almış şanını.
Avustralya’nın IT merkezi Melbourne. O yüzden Hasan özellikle bu şehri tercih etmişti. Mesleki deneyiminden dolayı burada belki şansı yaver gider diye düşünmüştük. Lakin gel gör ki kazın ayağı öyle değil. Bizim TR’den aldığımız diplomaların burada pek bir forsu yok. O yüzden master ve doktora programlarına bakıyor. Melbourne’deki (Sydney’dekiler daha ucuz nedense!) tüm üniversiteler çok pahalı. PHD programları 18.000 A$ dan başlıyor mesela!
Yaşam giderleri hakkında da bir kaç rakam vereyim ve kapatayım bu mevzuyu.
Mesela Laundry’ lerde çamaşır yıkama ve kurutma “only 1 A$ “
Bisiklet kiralama“daily 2.5 A$”
Mango, IKEA, 7 Eleven gibi hepimizin bildiği dükkanlara sıkça rastlanıyor burada. En ufak ilgimi çekmeyen dünyaca ünlü bir çok marka da mevcut burada.
Dikkatimi çeken diğer bir konu da; toplu taşıma araçları! Mesela 300 kişiyle aynı anda yolculuk ediyorsun ama çıt çıkmıyor ortamda. Yaygara yok. Gürültü patırtı yok. Fordculuk yok!
Hasan yemek konusunda pervasızca her şeyi deniyor. Her şeyin tadına en az bir kere bakıyor. Fakat tüm denediklerimiz fiyaskoyla sonuçlanıyor. Mesela bir gün biri naneli, kakaolu tuhaf bir bisküvi ikram etti. Kusacaktım yerken! Arasına diş macunu sıkılmış negro püskevit hayal edin! İvrrenç! Peki siz hiç kızarmış ekmeğe acı biberli çikolata sürdünüz mü! Adı Vegemite! Görüntüsü Nutella gibi ama alakası yok tabi ki. Sürekli bundan yiyorlar. Dehşet! Bunun gibi bir kaç kötü denemeden sonra ben pes ettim ben. Risk almıyorum ama sanırım bu nedenle kilo veriyorum. Bildiğim, emin olduğum bir şey bulursam yiyorum. Aksi takdirde aç kalıyorum.
Bir de Hong Kong’un sokaklarından tanıdık gelen bir koku var buralarda. Bir koku bir insanın peşini kabus gibi takip eder mi arkadaş! Hasan ile bu kokunun ne olduğunu bulmaya çalıştık günlerce. Bazı insanların kıyafetlerine sinmiş. Bazı sokaklardan geçerken, bazı dükkanlara girdiğimizde, yanımızdan geçen bir araba geçtiğinde, ansızın ve sıklıkla bu koku hucum ediyordu burnumuza. Daha önce hiç bilmediğimiz bir kokuydu bu ve dayanılır gibi değildi. Keşke kokuların da fotoğrafları çekilebilseydi! Ancak öyle anlatabilirim belki. Neyse en sonunda anladık ki, “canola yağı”(minik sarı çiçekli bir bitki) denen bitkisel bir yağ varmış ve onu kullanıyorlarmış buralarda. Bu yağ hem çok sağlıklı hem de çok ucuzmuş. Bundan dolayı neredeyse tüm güney yarım kürede bu yağ biliniyor. Bir de bu bitki bio dizel üretiminde kullanılıyormuş. He o sır dolu kokunun sebebi buymuş işte. Şimdi alıştık o kokuya ama dünyanın en sağlıklı ve ucuz yağı olsa dahi o yağı hayatıma sokmam çok zor.
Yeme içme faslını da kapatıyorum ve Melbourne’nun eğlence hayatına geliyorum. Ta ta tam! Önümüz yaz! Etkinlik programı çok yoğun. Ekim’in 5’inde U2 geliyormuş. Türkiye’de gidememiştik. Zamanlama uymamıştı. Burada gitme şansı buluruz belki. Güney yarım kürede bir de konser atmosferi görmüş oluruz bu vesileyle.
Buranın sokak sanatçılarına hastayım bir de. Çok yetenekliler. Mutlaka oturup dinliyorum ya da izliyorum her fırstta. Efenim ayıptır söylemesi ilk “Happy Friday” akşamımızı da yaptık bu arada. Barlar sokağına yürüme mesafesinde oturunca barların müdavimi olacağız gibi gözüküyor. Bazı mekanlara ücretsiz girilebiliyor, bazıları da küçük bir ücret karşılığı içeri alıyor. Biz bir Latin gecesine gittik, girişi 5 A$ idi. Müthiş eğlendik. Bar cıvıl cıvıldı. İspanyollar ve İtalyanlar söz konusu olunca ortam sıcaklığı çok yüksekti. Sıcak kanlı insanlar sonuçta :) Burada hiç bir kapalı mekanda sigara içilmiyor. Herkes efendi gibi eğleniyor. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Bir ara sevimli bir hatun yaklaştı yanımıza ve bir şey sordu ama anlamadık tam olarak. Tanıştık sonradan; adı Kim’miş. İlk kez gelmiş bu bara, kadının erkek arkadaşı bir Türkmüş ve saz çalıyormuş. Sohbeti çok güzeldi ama bir ara ortadan kayboldu bu hatun. Sahnenin canlandığını görünce biz de sahne önüne doğru ilerledik. Bir de ne görelim! Bu ablamız çıkmış sahneye şarkı söylüyor. Olağanüstü güzel bir sesi vardı. Latin, salsa, reggie, ska ne gelirse aklınıza söylendi, çalındı. Dans etmekten topuklarım sızlamıştı.
Bardan antrenmanlı olunca hızımı alamadım, erkesi gün enerji fazlalığından bisiklet kiraladım ve 12 km yol yaptım. Bacaklarım tutuldu. Ama tatlı bir yorgunluk oldu. Hiç kimsenin seni taciz etmediği, ölüm tehlikesinin minimumda olduğu, geçiş önceliğinin sana verildiği kaymak gibi yollarda bisiklet sürmek yapılacak en güzel aktivitelerden biriydi.
Havalar nihayet ısınırken sokaklar da giderek hareketleniyor. 21 derece bugünlerde sıcaklık ortalaması. Güneşi görünce herkes kendini sokağa atıyor. Barbekü kültürü çok yaygın buralarda. Parklarda bahçelerde balkonlarda her yerde barbekü yapıyorlar. Belki etin ucuz olmasından belki de bunu sosyalleşmek için fırsat görüyorlar. Nedenini bilmiyorum ama sonuç olarak tahmin edersiniz ki bizdeki mangal görüntüleriyle hiç alakası olmayan bir kültür var burada.
Tüm bunların dışında, çok ciddi bir sıkıntı yaşanıyor Avustralya’da. Su sorunsalı! Kuraklık! Barajların doluluk oranı bu sene % 39, geçen sene % 24 imiş, İsrail gibi deniz suyundan içilebilir su üretmeye çalışıyorlar. Burada verimli topraklara sahip olmadıkları için meyve sebze çok pahalı, kocaman kocaman topraklarda insanlar verimsiz ve yapayalnız yaşıyorlar. Ozon delinmesi hikayesi de tehlikeli boyutlara ulaşmış. Muhteşem bir okyanus var ama yırtıcı ve zehirli canlılar tarafından öldürülme ihtimalini düşününce pekte çekici gelmiyor o okyanuslar. Fakat tüm bunların üstesinden gelebiliyor ve tüm imkansızlıklar içinde muhteşem imkanlar, muhteşem güzellikler yaratabiliyorlar. Biz ise elimizdeki tüm imkanlara rağmen hiç bir haltı beceremiyor, hiç bir şeyin kıymetini bilmiyoruz. Nerede o meşhur “jeopolitik” avantajımız? Nerede o verimli topraklarımız, su kaynaklarımız? Nerede o tarihi mekanlarımız, şanlı geçmişimiz nerede? Neden hep kendi bacağımıza sıkıyoruz? Niye bir arpa boyu yol alamıyoruz? Tamam burada evinin arka bahçesinde piknik yaparken bir pitonla karşılaşabilirsin belki ama Türkiye’de, her hangi bir güvenlik önleminin alınmadığı bir inşaatın önünden geçerken kafana düşen tuğla sonucu ölme ihtimalin, bir pitonun seni ısırması sonucu ölme ihtimalinden daha yüksek!
Haksız mıyım!
27.10.2010
(Mektup 3)
“Biraz daha koşmaya devam ederse ciğerleri patlayacaktı. Koşu parkuru bitmiş, çorak bir düzlüğe çıkmıştı. Belini büküp, derin derin nefes almaya çalıştı. Nefesini düzene sokmaya çalıştı. Bir kaç saniye sonra kendine geldi. Ayağa kalktı ve gördüğü manzara karşısında donup kaldı. Bu şehre böyle bir açıyla daha önce hiç bakmamıştı. Modern kentin silüeti olanca güzelliğiyle karşısındaydı. Bu kent gerçek olamayacak kadar güzeldi. Özenle yapılmış bir şehir maketine benziyordu. Gökyüzüne pamuk pamuk bulutlar resmedilmiş ve fakat sonra sanatçı yaptığı eserden memnun kalmamışta eliyle silmeye çalışmış gibiydi. Daha önce hiç böyle bulutlar görmemişti ve gökyüzü neden bu kadar yeryüzüne yakındı? Ve yeryüzü neden bu kadar düzdü? Çimenli bir tepsi gibiydi ya da yuvarlak bir pasta! Şu uzaktaki upuzun binalar; sanki bu pastanın mumları gibi. Bir dilek tutup o mumlari üflese n’olur ki! Etrafını algılamaya çalışıyor ama sanki bildiği boyutlar o ani tanımlamaya yetmiyordu. Başını gökyüzüne kaldırdı ve kendi etrafında dönmeye başladı. Kimim ben? Burada ne işim var? Düşünceleri karmakarışıktı, yakındaki bir banka oturarak bu sorularının cevabını aramaya başladı fakat düşünceleri başka bir yöne kaydı; aynı gökyüzüne bakmasalar da, çok uzaklarda bir yerde, aynı gök kubbenin içinde, onu düşünen birileri vardı?”
İşte böyle anlar yaşıyorum bazen. Ve bu anları yazmak geliyor içimden. Neyse şimdi hikaye yazmayı filan bir kenara bırakayım ve sadade geleyim.
“Çok acı çekiyorum ben!”
Diyeceksin ki niye?
Çünkü herkesi, her şeyi çok özlüyorum ve bu özlem duygusunun giderek şiddetini artırdığını hissediyorum. Boğazımda bir düğüm, sık sık gözlerim doluyor. Aynur’un deyimiyle ha yağdı yağacak bir bulut gibiyim. Alışacağız elbet, hem de öyle bir alışacağız ki belki de hiç kopmak istemeyeceğim buradan. Buraya gelirken oradan söküp getirdiğim köklerimi şimdi buraya salıyorum yavaş yavaş. Sonra tekrar o kökleri sökmek zorunda kalacağım belki. Sonra tekrar başka bir yere salacağım, sonra tekrar sökeceğim, sonra…… bir zaman sonra salacak kök mök kalmayacak galiba. Ya ömür bitecek ya da her yer çöle dönecek. Buranın bulutları kadar güzel olan diğer bir şey de “ağaçlar”. Devasa cüsseleriyle beni çok şaşırtıyor bu ağaçlar. Nasıl o kadar büyüyebilmişler? Kaç yıldır ya da kaç asırdır ayaktalar bilemiyorum ama bana çok garip bir duygu veriyorlar. Sanki buranın geçmiş tarihine çok uzun yıllar boyu tanıklık etmişler. Olanca bilgelikleriyle her şeye meydan okuyorlar. Sanki insanlara hadlerini bildirmek istiyorlar. Ve sanki ağaçlar ve kuşlar arasında bir bağlantı var. Benim “fighter bird” diye adını koyduğum bir saksağan türüne rastladım burada. Bu ağaçların tanıklık ettiği tarihi kesin biliyorlar. Yüzündeki lekeler tıpkı savaşçıların yüzlerine sürdüğü kömür boyasına benziyor. Bu saksağanlar, bu toprakların insansız tarihinden bu güne kadar varlıklarını sürdürmüş olabilirler mi acaba? Hala savaşçı gibiler. İnsanlara saldırıyor bu kuşlar. Daha çok ağaçların içinde barınıyorlar. Bisikletçilere saldırdıkları için kasklarına acayip antenler takarak önlem alıyor bisikletçiler.
Geçen gün buranın büyük parklarından Royal parkta koşu yapmaya gittik Hasan’la beraber. Etrafta köpeğini gezdiren ve bizim gibi spor yapan şirin insancıklar vardı fakat park çok büyük olduğu için sessiz ve ürkütücüydü. Sadece kuş sesleri duyuyorduk. Parkın içlerine doğru ilerledikçe kuşlar hareketlendi. Aniden Hasan’a saldırmaya başladılar. Niye bilmiyorum ama bana aldırış etmediler ve Hasan’ı kovalamaya başladılar. Kulağa komikmiş gibi geliyor ama inanın o an gülemiyor insan. Hayatımda böyle ilginç bir olay yaşamadım. Alfred Hitchcock’un “The Birds” filminden bir sahneyi yaşıyor gibiydim. Burada spor yapmak, vakti ve aklı olan her sağlıklı bireyin yapması gereken en önemli şey. O yüzden yıldıramaz bizi bu kuşlar. Bünyeyi çok zorlamadan haftanın belli günleri koşmaya devam edeceğiz. İstanbul’dayken de koşardım ben! Hem de dört nala! Sonu olmayan bir hayat koşusuydu!
Bu hafta sonu da başka bir aktiviteye katıldık. Şehir merkezinde, Taksim meydanı gibi bir meydan var; o meydanda her türlü aktivite, eğlence, organizasyon yapılıyor. Dev bir Led ekrandan da etkinliğin içeriği neyse ona göre bir şeyler gösteriliyor. Bir kaç haftadır “Soccer” finalleri vardı. Bu Soccer dedikleri şey “Futbol” aslında ama bizim bildiğimiz futboldan çok farklı. Oval bir topla, el, ayak hatta komple vucut kullanılarak oynanıyor. Amerikan futbolu(ragbi) dersem belki daha tanıdık gelir. Fakat Amerikan futbolundan da farklı. Her neyse işte teknik tanımı açın bakın bir zahmet internetten :) O güzel günde, o güzel havada, o güzel meydanda bu soccer fanlarıyla olmaktan mutluyduk. Hemen boş bir yer bulup, taşların üstüne çömdük (yerler temiz!). Maçı izlemeye başladık. Müthiş eğlenceli bir maçtı. Biz önce kimin tarafında olduğumuzu anlayamadık. Zira rakip takımın taraftarları karışık düzen oturmuşlardı. İnsanca, insanlar yan yana oturup insan gibi bir maçı izleyebiliyorlardı. Maç bittiğinde ise insan gibi birbirleriyle şakalaşıp her şeyi tadında bırakabiliyorlardı. Bizdeki futbol karşılaşmalarını hatırlayınca neden kendi ülkemizde insanca eğlenemiyoruz biz diye geçirdim içimden.
Bu yanıtı çok zor soruyu bir kenara bırakıyorum ve hemen aklımdayken başka bir enstantaneyi aktarmak istiyorum size. Fakat her güzellik biraz da çelişki barındırıyor içinde. Şehir meydanın hemen yakınından “Yarra” isimli bir nehir geçiyor. Pazar günü, yanımıza kahvaltılık bir şeyler alıp, piknik yapmak için erkenden nehir kıyısına gittik. Hava da çok güzeldi. Nehrin rengi pek iç açıcı olmasa da(çamurlu bir nehir çünkü), suya bakmak, suyu izlemek insanı biraz olsun rahatlatıyor. Nehir, şehir merkezine çok yakın olmasına rağmen, ne insanı boğacak bir kalabalık, ne de insanı delirtecek bir gürültü vardı etrafında. Birileri yolun kenarında broşür dağıtıyordu sadece. Bana da bir çanta dolusu verdiler. Okuduğumda gördüm ki, bunca güzelliğe rağmen bu insanlar ciddi şekilde rahatsızlar. Mental sorunlarla boğuşuyorlar. Verdikleri broşürlerde, depresyonla nasıl baş edebileceklerini, nereden, ne şekilde yardım alabilecekleri hakkında bilgiler vardı. Bütün bir Pazar günümüzü nehir kenarında, piknik yaparak ve yerel gazeteleri okuyarak geçirdik. Gün boyu fark ettim ki, bazı insancıklar nehir kenarına gelip, yalnız başına bir süre oturup gidiyorlar. Bu insanlar gerçekten çok yalnızlar! Neyse üzüldüm ama onlar için pek bir şey yapabileceğimi zannetmiyorum. Cehenneme bakarsan ateş görürsün. O yüzden bu karanlığa bakmak istemiyorum şimdilik. Kendimle daha çok meşgul olmam gerekiyor bu aralar. Yarın iki tane sınavım var; biri “listening” biri “grammer”. Çok daha rahat konuşabiliyorum artık. Eğer yüksek bir puan alırsam sınavdan, level atlayabilirim. Her ay bir üst kura geçersem, sanırım 4–5 ayda kurs bitecek, sonra da iş bulmak için kolları sıvamalıyım. Hasan’da hala iş bakıyor. Onlarca yere başvuru yaptı, henüz ses seda yok hiç bir yerden. Yarın ilk yardım eğitimi alacak. Eğer o eğitimi aldığına dair belgesi olursa elinde, alternatifleri çoğalacak. Sosyal sorumluluk programlarına da başvuru yapabilecek. Ehliyet’i de buranın ehliyetine çevirttirirsek(80A$) şoförlük gerektiren işlere de başvurabilecek. İşte çeşitli çözümler düşünüyor kendi durumuyla ilgili. Yüksek lisans ve doktora programları çok pahalı. Burs ayarlamayı deneyecek filan. Bakalım işte neler olacak…
04.10.2010
(Mektup 4)
“G’day Mate! Hoppinta me V8 en ell tell aaall about Oz.”
Yukarı da görmüş olduğunuz cümlenin ne anlama geldiğine dair en ufak bir fikrim yoktu ilk geldiğim zamanlar. Adamlarda “Hello” yok “Good day (G’day!)” varmış, tahmin ettiğiniz üzere, “selam, merhaba” filan demek işte. Çok absürd bir aksanları ve sokak deyimleri var. Çok komik, çok eğlenceli ama sanki hiç bir dile mensup değillermiş gibi. Öğrendikçe paylaşacağım sizinle…
Yavaş yavaş mektuplarıma İngilizce mi devam etsem acaba diyorum ama sanırım hala yetersizim bu konuda. Scottish öğretmenim Gus, 2 hafta daha pre-intermadiate sınıfında kalmamı önerdi. Çok iyi bir öğrencimizsin fakat sınıfa başlayalı daha 3 hafta oldu ve daha çok yenisin dedi. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilemedim. Normalde bir kur için 5 haftayı tamamlamak en iyisiymiş. Sınıfımızın yarısı intermediate sınıfına geçerken yarısı da benim seviyemde kaldı. Ama geçenler bizden 2 hafta önce başlayanlardı. Hala önümde çok vakit varmış gibi hissediyorum ama yanılıyor da olabilirim. Bu yazışmalarımız beni son derece mutlu ediyor ama türkçe düşünüp yazdığım için burada ki dil gelişimime hiç bir faydası olmuyor. Mektuplarımdan vazgeçmek istemiyorum ama belki ara sıra ingilizce yazışabiliriz. Ya da günlük hayatta daha fazla ingilizce döküman okuyup daha fazla iletişim kurmam gerekiyor. Çok okuduğumu söylersem yalan söylemiş olurum çünkü çok bilmediğim kelime olunca sıkılıyorum ve bırakıyorum okuduğum şeyi. Hocalarımıza göre anlamasak bile okuyor olmamız gerekiyormuş. Çünkü göz alışıyormuş kelime yazılımlarına, cümle kullanımlarına. Hasan’la İngilizce konuşmaya başlamıştık fakat bıraktık onu da. Çünkü artık Türkçe bile anlaşamıyoruz. Şu an birbirimize hiçbir faydamız yok. Birbirimize destek olmak yerine müthiş kerizlikler yapıyoruz. İkimiz de kendimize olan güvenimizi yitirdik. Kendi içimizde bireysel bir savaş verirken, birbirimizle uğraşacak gücü bulamıyoruz. Hasan 33, ben ise 30 yaşındayım ve bu yaşta fark ediyoruz ki, biz aslında pekte bir şey olamamışız. Koşullardan mı yoksa bizden mi kaynaklı bilemiyorum. Muhteşem karakterlere sahip olmanız hayatın zor koşullarında ayakta kalabilmeniz için asla yeterli olmuyor. Sürekli yeteneklerinizi geliştirip, donanımlı hale gelmeniz gerekiyor. Mesela bir kaç örnekle ne demek istediğimi anlatayım size;
Ben 3d studio max dersi ya da resim dersi versem nasıl olur diye düşündüm. Buradaki çok büyük üniversitelerden ikisinde güzel sanatlarla ilgili bölümler olduğu için talep görebilir diye düşündüm bu dersler. Fakat düşündüğüm saniye vazgeçtim. Nasıl iletişiceğim? Hasan da hem Linux bilgisini güncellemek hem de sosyalleşmek için bir kursa yazılmak istedi. Fakat 5 günlük bir Linux kursu 3000 A$. Şimdi ben kendi eksiklerimi Hasan da kendi eksiklerini gidermeye çalışsa (İngilizce öğrenmenin dışında!) bize bir servet gerekli. Hasan’in 11 yıllık, benim de 7 yıllık profesyonel mesleki deneyimimiz burada hiç bir halta yaramıyor. Hasan IT alanında bir sürü iş başvurusunda bulundu. Fakat full time çalışacak ve fluent İngilizce bilen eleman tercih ediyorlar genellikle(ki biliyorsunuz bizim sınırlı çalışma iznimiz var!). Ya da zaten yabancı uyruklu birini çalıştırmak istemiyorlar en baştan. Ha bir de ön yargılar var tabi! Hiç aklınıza gelir miydi böyle bir ülkede, isminizden veya ırkınızdan dolayı ya da din hanenizde yazanlardan dolayı 1–0 geride başlamak zorunda kalacağınız?
Hasan başka bir seçeneklerde denedi. Doktora programlarına başlamak istiyor fakat istediği bölümler 20.000 $ dan başlıyor. Doktoraya kabul edilmesi için de IELTS sınavına tekrar girmesi gerekiyor, daha önce aldığı puan yetmiyor. Hadi sınava girdi ve istediği puanı aldı diyelim; her halükarda burs almadan doktorayı bitiremez. Fakat burs almak için de Türkiye’den aldığı diploma puanı yetmiyor. Yani insanın eli kolu her yerden bağlanıyor…
Her şeyimiz yarımmış arkadaş. Ne tam bir eğitim alabilmişiz, ne tam bir mesleki deneyim edinmişiz, ne de yeterli bilgi ve donanıma sahip olabilmişiz. Belki de bu kadar dramatik değildir halimiz fakat şu an içinde bulunduğumuz durum bu.
Neyse işte! Hayıflanmanın sırası değil belki. Vakit kaybetmeden silkelenip ne yapacağımıza karar vermemiz lazım. Bu arada hayat akıp gidiyor. Bu akışın da bir ritmi var. Biz de o ritme uymaya çalışıyoruz şimdi. Hafta sonlarımız dolu dolu geçiyor. Ve bir sürü yeni arkadaş ediniyoruz. Havalar düzeliyor. Yaz geliyor. Seviniyorum buna ama ben hayatımda bu kadar saçma bir hava da görmedim. Ya bina gölgesinden geçerken mevsim değişir mi arkadaş! Güneşli bir alana çıkıyorsun cayır cayır yanıyorsun. Ağaç gölgesine bina gölgesine giriyorsun soğuktan titriyorsun.
Ha bir de kedi sevmeyi çok özledim. Geldim geleli tek bir kediye rastladım, o da bir evin penceresinden ruh hastası gibi sokağa bakıyordu. O da depresyona girmiş zaar. 3 milyon nufuslu bir şehirde 1 milyon insan depresyon hastası olur mu arkadaş! Kedisi köpeği kuşu kangurusu tüm ahalisi depresyonda. Siz siz olun, aklınıza mukayyet olun arkadaşlar! Akıl sağlığı önemli!
10.10.2010
(Mektup 5)
Kendi kendini sürgün eder mi bir insan.
Sürekli mızmızlanan çocuklar gibi oldum burada.
Özlüyorum işte herkesi ve her şeyi!
Levent’i, Taksim’i, Bostancı’yı, Kabataş’ı, Beşiktaş’ı...
Baba evini... sizleri...
Ne kadar uzakta olduğumu düşününce çıldıracak gibi oluyorum.
16.000 km! Hayal edin bunca uzaklığı!
“E ne bok yemeye gittin?”
Bileydim gelir miydim?!..
Bilmemenin cesareti işte!
Yola çıktık bir kere.
Şimdi zamansız ve mekansız bir boşluktayım.
Sanırım Araf’ta kaldım.
Cismim burada, ruhum orada.
İstanbul’da sonbahar.
Ne hüzünlüdür şimdi o şehir.
İstanbul hayırsız, eski bir sevgili.
Sanki bir araya gelmemiz artık imkansız gibi.
Terk ettim ben onu. Dönsem bile bitti!
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Ne İstanbul İstanbul olacak, ne de ben ben olacağım.
Gözlerim doluyor şimdi bu satırları yazarken,
Acı değil bu. Ne üzgünüm, ne kırgın.
Hüzün bu sadece. Tatlı bir hüzün!
Yaşımın en otuz’undayım şimdi,
Belki de ondandır ağzımdaki bu buruk tat!
Bu şehrin insanları gözlerime bakmıyorlar.
Korkuyorlarmış benden, bendeki bizlerden
Gözlerimin içinde göreceklerinden...
"Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku. Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelerde otur -artık hiçbir yerdesin."
Tezer Özlü’nün bu satırlarını çok zaman önce okumuştum ve şu an bu satırları sık sık hatırlar oldum. Sanırım beni de bu şehirde rahatsız eden en önemli şey “düzen!”. Oysa ki hep bir düzen insanı olduğumu sanırdım. İnsan ne çok sanrı yaşarmış meğer. Sonunda da sanrı’nın ta kendisi olurmuş meğer. Belki de ben hiç var olmadım sizler için! Görebiliyor musunuz beni şimdi. Uzak diyarlardan size mektuplar yazan biri. Emin misin benden. Sanı’yor olmayasın beni... kendini... elindekileri…
Bitti. Biliyorum. Artık yakınmak için çok geç. Artık "hiçbir yerdeyim!"
Bu bir pişmanlık değil. Bilirim geri dönmez hiç bir zaman akreple yelkovan.
İleri doğru akar zaman ve ileri doğru akar nehirler.
Sonra denizler ve sonra okyanuslar çalkalanır
Tüm ruhlar o soğuk sularda yıkanırlar.
Burada tekamüle ermiş çok güzel kuşlar var,
Aksi halde nasıl bu kadar güzel olabilirler!
Her sabah cennet’in sesini kulaklarıma taşıyorlar.
Günler, haftalar hatta belki aylar sonra,
ilk defa yine kuşlar gibi uçtuğumu gördüm rüyamda.
Sanırım rahatlıyorum artık biraz daha.
Ve lanet olsun ki artık bu şehrin çok huzurlu olduğunu fark ettiriyor bana.
neden peki bu huzur beni rahatsız eder?
Neye karşı direniyorum bir bilsem!
Bazen rüzgarın seni üşütmesine, yağmurun ıslatmasına, güneşin yakmasına izin vermek gerekiyor galiba.
Bazı şeylerden kaçılmıyor. Bırakıyorum şimdi kendimi doğa anaya, bana istediğini yapsın....
17.10.2010
(Mektup 6)
Her şey yeterli olsun
Seni ayakta tutmaya yetecek kadar
Güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni dilerim,
Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana
Yetecek kadar güneş diliyorum
Güneşi daha çok sevmene
Yetecek kadar yağmur diliyorum.
Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar
Mutluluk diliyorum.
Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş
gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum.
İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar
kazanç diliyorum.
Sahip olduğun her şeyi takdir etmene yetecek kadar
kayıp diliyorum.
Son "elveda"yı atlatmaya yetecek kadar
"merhaba" diliyorum.
Yemeğe başlamadan önce şükran duası edilir ya hani ben de mektubuma başlamadan önce bu aborjin duasını ediyorum. Dua etmeyi ben unutmuşum. Uzun zamandır dua etmediğimi hatırladım. Popülasyonun %20 si ateist olan bir ülkede din iman işlerinden iyice uzaklaşıyor insan. Şikayetçi değilim aslında bu durumdan.
Neyse, işte malümünüz, geçen hafta ki o depresif hallerime son verdim. Hasan da tribal enfeksiyonu atlatmış sayılır. Zira, işe başladı. Hasan'ın yakınlarından birinin akrabasıyla tanıştık burada. Onların inşaat işlerinde çalışmaya başladı. Sınırlı çalışma iznimiz olduğu için her gün işe gidemeyecek ama zaten gitse de uzun süre dayanabileceğini zannetmiyorum. Korkunç yorucu bir iş. İşe gittiği günler, sabah 6’da evden çıkıyor, akşam 6’da eve geliyor, yemek yiyor ve yatıyor. Ertesi gün de gidecekse aynı şekilde devam ediyor. En büyük hayali bir kaç hafta sonra “duvar örmek”. Zira duvar ustaları günlük 300 $ kazanıyormuş. Bizimkisi de işte bir ustalığı olmadığı halde günlük 100 $ kazanıyor. Hiçte fena değil ha! Burada inşaat işleri en yaygın ve en çok kazandıran işlerden. Ben şu an hiçbir şey yapamıyorum, böyle sizlere mektup yazmak, ders çalışmak, göl kenarlarında götümü yaymak, yemek yapmak, yürüyüş yapmak ve gözlem yapmak dışında pek bir şey yaptığım söylenemez. Türk kebapçılarında çalışabilirim ama rezalet durumda oralar. Çalışan arkadaşlarım var ve anlattıkları hiç iç açıcı şeyler değil. Adam gibi bir kafede barda restaurantta çalışabilmek için de kati suretle advance İngilizce koşulu var. Ha bir tane yere cv gönderdim mesela bu koşulun olmadığı; büyük bir otelin oda temizliği! Kabul edilmedim! Kahroluyorum, sanırım iş bulamayacağım.
Gelişmelerden sizi haberdar edeceğim. Öperim.
25.10.2010
(Mektup 7)
Güney yarım kürenin yaz mevsimi için güzel ve serin sayılabilecek bir günün sabahında düştüm yollara. Tek niyetim var o da yürümek. Her sabah yürüyorum. Fakat o sabah diğer sabahlardan biraz farklı sanki; fenafillah bir haldeyim. Büyük bir doğa felaketinden arta kalmış gibiyim; saçım başım rüzgardan dağılıyor, sırt çantam sırtıma tonlarca yük bindiriyor, yazlık papuçlarım ayaklarımı acıtıyor ama önemli gelmiyor artık bana hiçbir şey... Hiç hem de! Aç olmak, yorgun olmak,hasta olmak, güzel ya da çirkin olmak... mutlu ya da kırgın olmak... o an olmayı istediğim tek şey var, o da kulaklarıma dolan keman suit'iyle sonsuzlaşmak... Bach'ın "air on the g-string"i ile hiç olmak ya da çok olmak; bu eser hayatın fon müziği, yok oluşun yegane melodisi, tüm dinlerde söylenen ortak bir dua gibi. Teslim ettim kendimi; keman suiti kulaklarımdan başlayıp tüm bedenimi ele geçirdi, ayaklarıma hükmettiğinde parklardan, yollardan geçiyordum. İçine sımsıkı kapanmış evlerin önünden geçiyordum. Özlediğim anneme belki biri benzer diye sokak sokak bu şehrin annelerini arıyordum. Neye dokunuyorsam onun şeklini alıyor, neye bakıyorsam onun rengine bürünüyordum. Evlerin pencerelerine yansıyan suretlerimi görüyorum.
Gölgem, suretim, ben.. yürüyoruz yollar boyu, kıtalar boyu... Ben yollardan geçtim benden ise kadınlar ve adamlar. Hepsinin yüzünde uzak diyarlar. Gökyüzündeki bulutlar da tıpkı insan yüzlerine benziyorlar. Ve Djan"kawu" un yarattığı ulu ağaçlar; bu kıta var olmadan önce sanki hep buradaymışlar. Bu toprakların 200 yıllık tarihinden çok daha ötesini bilen bir halleri var. Ve o ulu ağaçların üzerinde yaşayan kuşlar, Waramurungundi’nin öğrettiği her dilde şakıyorlar. Bulutlar, ağaçlar, kuşlar ve dingolar düş zamanlarından kalmalar. Ben o sabah, yürürken daha önce hiç bilmediğim bir hayatın içinde, önüme düştü ölü bir serçe. Düşen bir hayat vardı çirkin ayaklarımın dibinde. Ben dona kalmışken, bir diğeri geldi yanına ve başladı ölü serçenin üstünde zıplamaya; minicik serçe kökten sarsıyordu hayatı gözümün önünde. Diri olan ölü olana "uyan uyan" der gibiydi, "düşemezsin hayattan, uçman gerek insan yüzlü bulutların arasından" diyor gibiydi. Kuşlar bile biliyor yaşamanın güzelliğini. Ben o ana kadar öylece izlerken olup biteni bir rüya gibi, zaman ve hayat avuçlarımdan akıp gitti. Minik serçe öldüğünden beri, izlemek değil yaşamak istiyorum ben. Ulu ağaçların gölgesi kıblem, üzerinde yürüdüğüm çayırlar seccademdir bundan böyle.
Spinoza'nın bıraktığı ayak izlerini takip ettim. Yine bir sabah, düş zamanlarının birinde Kurukita adında bir kadına rastladım. Kuvars taşlarıyla kaplı bedeni, kendi çevresinde döne done ışık saçıyordu her yöne. Bir yılanın ilk ısırığından sonra ilk adetini görmüş Kurukita ve o günden sonra Ay'ın en genç ve en güzel karısı olarak anılmış. Ay aslında yeryüzündeki tüm kadınların kocasıymış. Ay kadınlara iki büyük hediye vermiş; doğurganlık ve yaşam umudu. Ne yazık ki kadınlar modern çağlarda hem umutlarını hem de doğurganlıklarını yitirmişler.
Ay erildir, güneş ise dişil. Güneş doğurur tüm güzellikleri. Ama güneş artık dünyaya yaptıkları için insanlara o kadar kızgın ki yakıp kavuruyor her şeyi. O kızgın güneşin altında bir aborjin Didgeridoo çalıyor. Bu mistik ses insanı evrenin sonsuz küçüklüğünden alıp kendi içindeki sonsuz büyüklüğe ulaştırıyor ve başka dünyalardan yıldızlar getiriyor. O yıldızlar geldiğinde kuşları uyandırmaya korkan tatlı bir meltem esiyor ve Yiddaki sesi Ney sesine karışıyor. Gökkuşağı yılanı kamışların arasından geçerken Ney'in yanık sesi, seher vaktinde güneş ışığının en yüksek yerlerine kadar yükseliyor ve gök kuşağı yılanı beni ısırdığında Ney panzehir oluyor. İşte o an hasret sona eriyor ve mesafeler anlamını yitiriyor.
Yürüdüm yollar boyu, kıtalar boyu ve yolculuğumun sonuna geldiğimde sınırların sadece şarkılarla belirlenmiş olduğunu gördüm. Bach'ın kemanı, Aborijin'in Yiddaki'si ya da Neyzen Tevfik'in Ney'i. Müzik her şeyi yerine koyuyor. Her sabah kulaklarıma dolan bir melodiyle yola çıkarım güney yarım kürede. Kozmik bir senfonidir dünya ve o dünyada doğa şarkılar söyler bana. Düş zamanı çocukları ile birlikte dans ederiz insan yüzlü bulutlar arasında. O zaman biraz umut dolar içime.
29.10.2010
(Mektup 8)
Nehirler, göller, ağaçlar, bulutlar... gördüğüm her şey, baş rolünde oynadığım, Melbourne isimli bir filmin dekoru gibi. Gerçek olamayacak kadar güzel, gerçek olamayacak kadar yapay. Truman Show gibi!
Dün buranın en güzel göllerinden birine, “Albert Lake'”e gittik. Termosta çayımız ve yanında da birkaç çeşit pisküvitimizle, ufak bir piknik yaptık. Her şey çok güzel olmasına karşın Truman Show paranoyasını yaşadım bütün gün. Buna sebebiyet veren şeyleri anlatınca belki hak verebilirsiniz.
Evden çıktığımızda bulutsuz, açık bir gökyüzü ve ılık bir meltem vardı. Her ihtimale karşı montlarımızı almıştık yanımıza. Kalın kıyafetlerimizden kurtulup, nihayet tişört giymeye başlamıştık haftalar sonra. Göle vardığımızda güzel bir kalabalık vardı. İnsanlar çimenlere serilmiş, güneşleniyorlardı. Kimileri koşuyor, kimileri bisiklet sürüyor, kimisi gölde kano yapıyordu. So far, so good! Biz de tüm gölün etrafını dolaşıp (for about 2.5 km) bir yere oturduk. However bu süreçte hava hala aydınlık ve güneşli olmasına karşın birazcık kasvetliydi. Altından geçtiğimiz bulutun gölgesine denk gelince üşüyüp montlarımızı giyindik, bulutu geçince yine sıcaktan patlayıp üstümüzü çıkarttık. Güneş gözlüklerimizi bir çıkarttık, bir taktık. Yürüdüğümüz yol boyunca bu hareketi yaklaşık 10 defa yaptık. Bu o kadar sinir bozucuydu ki! Ama bizim dışımızda herkes sanki her şey normalmiş gibi davranıyordu. Kimse bizim gibi üstünü bir çıkarıp bir giyinmiyordu. Sanırım burada yaşayan insanlar artık o kadar alışmışlar ki bu duruma, nasıl olsa havanın hiçbir dengesi yok, sürekli giyinip çıkartmaktansa en iyisi biz hiç giyinmeyelim diyorlardı. Anyway! bu hadisenin dışında fark ettiğim diğer bir hadise de; gölün kenarından büyük bir otoban yol geçiyordu fakat çok garip bir şey oluyordu; sanki arabalar orada hiç yoktular, çünkü bir sürü araba gelip geçiyordu ama çok yakın olmalarına rağmen hiç bir motor sesi, lastik sesi yahu hiçbir ses duyulmuyordu arabalara dair. Sanki sadece görüntü var, ses yoktu. Sanki parkın etrafında dışarıdaki sesleri içeri geçirmeyen görünmez bir kubbe vardı. Bu inanılmazdı!
Filmler ve benim hayatım. Neden hep ilişki halindeler? Truman Show gibi bir hafta sonu geçirdim işte anlayacağınız. Filmiydi gerçek miydi bilemiyorum ama hayatımın adamı ve bu filmdeki başrol arkadaşım Hasan beni her gün şaşırtmayı hala başarıyor. Tam bitti derken yeniden içimdeki kurumuş ağacı yeşerten sonsuz bir pınara sahip Hasan. Bir gün Cem Karaca dinletti evde bana. Nostalji ve hasretle doldu içimiz. En güzel Nazım Hikmet şiirlerini şarkı yaparak yorumlayabilen tek adamdır Cem Karaca. Kendi de muhteşem bir şair aynı zamanda. O muhteşem ses, o muhteşem müzik altyapısı. O kadar zor ki onun söylediği şarkıları söylemek. Ve yazık ki mirasçısı da yok geride. Yetiştirebilseydi kendi gibi birini. Neyse işte rahmetliyi de andık böylece.
Zaman ve mesafeyle sınırlı olmayanı yaşıyoruz şimdi biz. Uzaklığı yenince hep aynı yerdeyiz, zamanı yenince hep aynı zamandayız.
Görüşmek üzere.
07.11.2010
(Mektup 9)
Bugün böyle içimden geldiği gibi yazmak istiyorum. Böyle içimden dışıma, dışımdan içime. E okurken de sizin içiniz dışınıza gelir herhalde! Neden bilmem yine bir hüzün bulutu var üstümde. Özledim demek yetmiyor artık. Anlam o kadar derinleşti ki başka bir kelime bulmam gerekiyor. Hüzünlenmek yaptığım günlük egzersizlerden biri oldu. Her geçen gün iyice “melan-kolik” oluyorum. Bu bir hastalık mı acaba! Ama tahmin ettiğiniz gibi alışıyoruz da bir taraftan buralara. En sıkıntılı günleri geride bıraktık sayılır. Şimdi güzel anları daha sık fark ediyorum. Dün güzel bir gündü benim için mesela. Hasan bu hafta işe gitmedi. RMIT üniversitesinin hızlandırılmış writting ve reading kursuna yazıldı. Benim dersim bittikten sonra Hasan'la buluşup yemek yedik. Sonra kütüphaneye gittik. Kitap, dergi filan okuduk. Bugün kütüphanede bir sergi açmışlardı. Şarap ve piyano eşliğinde ücretsiz bir sergi gezdik. Böyle bir anı başka nerede ve nasıl yaşayabilirdik ki! Kitap, resim, şarap ve piyano! Bu arada sergide, resim bölümünden mezun olan öğrencilerin diploma projeleri vardı. Çok güzel eserler olduğu gibi çok başarısız olanlar da vardı. Fakat bunun halka açık bir mekanda sergilenmesi bence asıl güzel olandı. Sanat ve onun anlaşılması, yaşadığımız hayatı ve toplumu çok derinden etkileyen bir unsur değil mi...
Böyle işte dostlarım, tatlı ve güzel bir günün anekdotuydu bunlar.
Aktarmak istediğim başka detaylar da var. Ülke ekonomisinden bahsetmek istiyorum mesela. Diyebilirim ki ekonominin çökmesi ya da derin bir krizle karşılaşması mümkün değil bu ülkenin. Petrolu, madeni, denizi, fabrikası, çiftliği, tarlası, her bir şeyi var bu ülkenin. Parası değer kazandı, neredeyse 1 Avustralya doları 1 Amerikan dolarına denk geliyor artık. Bu bizim için iyi olmadı ama demek istediğim ekonomik açıdan bu ülke sarsılmaz. Zaman zaman stratejik oyunlar yapmıyor değiller ama bu paradan para kazanmanın yolu. Mortgage’dan battı herkes gibi haberler çıkıyor ama pek inanmıyoruz yazılıp çizilenlere, gördüğümüz kadarıyla millet refah içinde yaşıyor. Evler, bahçeler, caddeler, yemekler, ilişkiler , her bir şey ferah ferah... Evet ev fiyatları çok yüksek (400.000$ dan başlıyor) ama araba fiyatları çok düşük, yakıt fiyatları da aynı oranda çok düşük...
Burada Türkler ve Çinliler kadar hırsla çalışan başka bir millet görmedim. Sabah demiyor, akşam demiyor, hafta sonu demiyor, Christmas demiyor çalışıyorlar. Aussie'ler de günün 3-5 saati çalışıp geri kalan saatlerde ya spor yapıyor ya da içiyorlar. Bizimkilerdeki mantık şu; “en kısa zamanda en çok parayı kazanayım!” Bu kültürel bir kodlama mı acaba? Ne hikayeler duyduk; 20-30 yıl önce buraya gelen Türkler buranın lale devrini yaşamışlar. Ama şimdi yaşanan olumsuzluklar yüzünden (bunda Türklerin de payı var!) göçmen yasalarını çok ama çok zorlaştırmışlar. Adamlar işsizim deyip hem devletten işsizlik parası almışlar hem de kaçak göçek çalışmaya devam etmişler. Bundan 15 yıl önce, dümen kurup arabaları kaza yaptırıyorlarmış, sonra da devletten, “ay piskolojim bozuldu, çalışamaz oldum! ay belim incindi, çalışamıyorum!” bahaneleriyle 20-30 bin $ tazminat davaları kazanmışlar. Şaka değil, hepsi gerçek! Burada yaşayan yerli halk başka birini dolandırmaya ihtiyacı olmadığı için o dümen yapan kafayı, o mantığı bilmiyor. Söylemesi utanç verici ama malesef bizimkiler herkesi canından bezdirmiş burada.
Biraz da insan ve hayvan haklarından bahsedelim şimdi. Önce çocuklar, sonra kadınlar, sonra hayvanlar, sonra lezbiyenler-geyler, en son da erkeklerin hakları korunuyor bu ülkede. Yani affedersin erkek dediğin burada elinin kiri!
İnsan hakları filan diyorum ama ben bir göçmen olarak neyi hak diyorum burada bilmiyorum hala. Barista kursuna gitmeye karar verdim en son. 1 günlük bir eğitim alacağım (150$). Kahve deyip geçmeyin. Kahvenin bile karakteri var bir İtalyana sorsan!
Sağlıcakla kalın dostlarım.
05.12.2010
(Mektup 10)
İçinde yaşadığımız, genelde sorgulamadığımız, sorgulasak ve değiştirmeye çalışsak dahi ancak belli bir noktaya kadar gidebildiğimiz ve sonuçta başka bir klişenin içine düştüğümüz bu sistemin bir parçası olmayı redetsem! Olmaz di mi? Yaşamak zorundayım illaki. Yalnızca var olmanın dayanılmaz hafifliğini hissetmek isterken bir akşam üzeri ya da bir sabah kuşluk vakti korkularımla yüzleşiyorum ansızın. Ya uykularım kaçıyor ya da hepten uykulara gömülüyorum. Sabahlar olmasa, yarınlar olmasa diyorum. Bahar gelsin hiç gitmesin istiyorum. Öylece güzel “an'ların” içinde asılı kalakalmak istiyorum. “Olmak ya da olmamak” bütün mesele bu mu sizce de. Olamamak mesele! Ne yapsan olmaz ya bazen işte.
E, ben böyle kendi varoluş meselemle kafayı bozmuşken, hayat şakağımdan geçen bir kurşun gibi beni ıskalıyor. Ömür bir kurşun atışı kadar kısayken hayatla sürüp giden bu cengimiz ne zaman sona erecek!
Ve hasılı, özgürlük zor zanaat, can sıkıntısı da insanın başına gelen en tehlikeli şey. Boş kaldın mı benim gibi saçmalayıp duruyorsun. Kölelik ise kolay olanı; sadece itaat et, sadece sana söyleneni yap, sadece sürüyü takip et. Ve en sonunda emin ol sana sahip olanlar seni koruyacaktır! Köle kaldığın sürece güvendesin; bu sistemin bir parçası olmak için sen onlara lazımsın. Bir de kendini özgür sanan köleler vardır. Onların hiç kurtuluşu yok, zira köle olduklarının bile farkında değillerdir. Görünmeyen prangalar, bileklerindeki ağrının tek sebebi!
Bazen kendimi bir başkasının gördüğü tuhaf bir rüyanın içinde sanıyorum. Neden kendime ait hissetmiyorum bu hayatı. Bu pazar da yine öylesi anlardan biriydi;
Bushwalkers denen profesyonel bir gruba katılıp, Tarilta Creek denen bir yere, treking'e gittik Hasanla. Şehirden yaklaşık 150 km uzakta olan bu vadiye vardığımızda karşılaştığım manzara beni şok etti. Onlarca kurumuş ve bir kenara devrilmiş ölü ağaç, tuhaf bir toprak ve suyu temiz gibi gözüken ama dibe çöken çamurdan dolayı insanı yanıltan bir dere. Melbourne yaklaşık 5 yıldır kuraklıkla boğuşuyormuş, ciddi şekilde su sıkıntısı olmuş ve haliyle orman dedikleri yerlerde (ki bizim ormanlara kurban olayım!) rengini canlılığını kaybetmiş. Çok hazin bir görüntüydü. Bu sene çok yağmur yağdığı için artık kuraklık sorunu kalmamış (ki buraya gelişimizin zamanlaması ile ilgili yaşadığımız talihsizlik sonucu o yağmurların büyük çoğunluğuna biz de şahit olduk, felaketti!) fakat bu sefer de vadi yataklarında kurumuş ağaçlar, selle birlikte sürüklenip belli noktalarda birikmişler ve çok çirkin görüntülere sebep olmuşlar. Neyse görüntüsünü bir kenara bırakırsak temiz havası ve muhteşem kuş sesleriyle gerçekten çok güzel duygular yaşattı, milyonlarca sivrisinekle mücadele etmek zorunda kalışımızı da bir kenara bırakıyorum. Kanguru ve Koala görmeyi umut ediyordum ama denk gelmedi ne yazık ki. Bir daha ki sefere belki. Bizim için harika bir tecrübe oldu. Yanımıza neler almamız gerektiğini ve ne şekilde giyinmemiz gerektiğini öğrendik. Grubumuz da 70 yaşında bir bilim adamı vardı. Elinde supersonik bir fotoğraf makinası ile otu, böceği ne gördüyse çekiyordu. Hasan bu amcayla böcek analizleri yaparken, ben de kökeni Hollanda'lı olan ama Avustralya’da doğmuş, büyümüş Susan’la takıldım gezi boyu. Çok sıcak kanlı biriydi. Genelde orta yaş ve üzeri kişiler bu gibi gezilere dahil olurken nadiren de olsa bizler gibi gençler de katılabiliyormuş bazen. Bu Pazar'da “Inverloch” denen çok daha güzel bir sahil kasabasına gideceğiz aynı grupla. Bu arada kişi başı 10 A$ ‘a süper bir trekking programına katılabiliyorsun. Hiç fena değil ha!..
İşte böyle geçiyor zamanımız. Gezilere katılıyoruz, burada edindiğimiz birkaç arkadaşı ziyarete gidiyoruz, yemek yapıyoruz, temizlik yapıyoruz, yıllar sonra yeniden moduna girdiğim öğrenciliğimin hakkını veriyor, her gün ödevlerimi yapıyorum filan... Bazen de böyle büyük şımarıklıklar yapıp kendi kendime hayıflanıyorum; ne işim var burada benim diye. Açıkçası burada değil de yer kürenin içinde, nerede olursam olayım yine de yaşadığım bu hazımsızlık ve huzursuzluktan kurtulamayacakmışım gibi geliyor. Elbette ki duygularımız yaşadıklarımızla doğru orantılı fakat düşündüklerimi mi yaşıyorum yoksa yaşadıklarım mı düşünüyorum emin değilim…
Sabahları daha da erken kalkıyorum artık. Hasan 5’te uyandığı için onunla beraber ben de kalkıyorum. Onu işe gönderiyorum. Sabahın arta kalan zamanında da İngilizce kitap okuyup (şu an John Steinbeck'in The Grapes of Wrath'ı okuyorum), kahvaltı yapıp, ortalığı toplayıp okula doğru yola çıkıyorum. Şehir merkezine yürürken genellikle hep aynı yüzlerle karşılaşıyorum. İşte o zaman anlıyorum ki bir başka klişenin, rutinin içine daha giriyorum. 3 ay oldu daha ve benim önümde en az 11 ay var.
Sabahları İpod'umdan piyano resitalleri, Elvis Presley, Eddie Vedder, Paco Pena, Tom Jones, Cem Karaca türküleri ve İncesaz nağmelerini dinleyerek parkların içinden geçiyorum. Spor yapan muhteşem vucutlu kadın ve adamları izliyorum. Ağaç gölgelerinden geçerken tatlı bir serinlikle ferahlıyorum. Gölgelerden çıkıyorum, güneşi tenimde hissediyorum. Burnuma gelen deniz kokusunu içime çekiyorum. Yanımdan geçen yakışıklı bisikletçiye gülümsüyorum. Ev de hazırladığım öğlen yemeğimi yanıma aldığımı hatırlayınca mutlu oluyorum. Bugün şu kadar tasarruf ettim diye kendi kendimi kutluyorum.
Hayat her şeye rağmen güzel. Bu ilizyonu yaşamak hoşuma gidiyor sanırım.
Bu arada güneş kızgın yüzünü gösterdikçe ben kararıyorum. Döndüğümde (dönersem eğer!) gerçekten kömürleşmiş olabilirim. Esmerlerden bahsedince;
Günlerden bir gün, güzel mi güzel bir akşamüzeri, şehrin merkezindeki kütüphanenin önünde oturmuş, huşuyla insanları izliyordum. Akşam güneşi yüzüme vuruyor ve ılığın biraz üzerindeki sıcaklıkla kendimi tam kıvamında hissediyordum. Gözlerim daldı bir yere. Bir çantaya, bir kuşa, bir insana mıydı hatırlamıyorum. Fakat o an bilincim açık ve ben sanki bir rüya görüyor gibiydim. Ruhum bedenimden çıkmış ve kendimi dışarıdan izliyor gibiydim. Ben görüntünün merkezinde, yoğunlaşmış ve ağırlaşmış bir cisim gibiydim. Fiziki bir enerjiye dönüşmüş ve etrafımdaki her şeyi aynı anda hissediyordum. Gergin bir kumaş parçasının ortasında ağır bir külçe düşünün. Önce yarım metre yakınımda olanları, sonra 100 metre, sonra 1000 metre sonra 10 000 km derken en sonunda da tüm dünyayı algıladığınızı düşünün. Su damlası gibi belki biraz. Önümden geçen bir kuş, trafik lambasının sesi, kaykaycı çocuğun yere düşmesi, her hangi bir şey tetikleyebiliyor bunu. Bir kere başladıktan sonra durduramadım bu dalgalanmayı. Sanırım zamanı bükmek dedikleri şey bu! Ben oturduğum bankta zamanı bükerek eğlenirken, asla Türk olduğunu tahmin edemeyeceğim bir serseri yaklaştı yanıma. Biraz ürkmüştüm ama anladım ki sadece sohbet etmek istiyordu benimle. Burada yaşayan ruhunu, benliğini ve kişiliğini kaybetmiş kayıp Türklerden biriymiş sadece. 37 yaşında, işsiz güçsüz, burada doğmuş ama ne Türk kalabilmiş ne de Aussie olabilmiş, sırlarla ve hikayelerle dolu garip bir adam işte. İsmini bile bilmediğim ama oturup benimle bir buçuk saat sohbet eden bu adam, birden bire yağan yağmurun ardına ayağa kalktı ve bana dedi ki;
“ senin gibi güzel esmerler getiriyor bu şehre bu yağmurları” ve uzaklaşıp gitti.
O kadar zonta bir heriften bu kadar şiirsel bir cümle duymak gerçekten beni şaşırtmıştı. Bir kere o yarım Türkçe’yle nasıl böyle bir cümle kurmuştu, ikincisi iyi bir şey mi demişti bana kötü bir şey mi? Sonraki günlerin birinde yine aynı yerde gördüm onu, ve sanki biz kırk yıllık ahbapmışız gibi geldi yanıma. Yarı İngilizce yarı Türkçe, karmakarışık konuşmaya devam ettik ama o günden sonra bir daha hiç karşılaşmadım onunla. Yaklaşık şöyle bir muhabbet geçmişti aramızda.
“ ben türkçe anlıyor ama senin gibi güzel konuşamıyor... sen okumuşsun ha?!.. sen peki çalıştın kaç yıl?!.. sen geldin neden buraya?!.. I wanna... I gonna... yeah I should've... peki ne yapcan, dönmek istiyor sen yoksa kalmak istiyor burda?!... yeah burda hayat çok zor... e sen gayet güzel konuşuyorsun türkçeyi ama... yeah because annem türkçe, ben ondan duydu ve öğrendi… hımm peki...“
İşte böyle, ben de kırklara karıştım galiba sonunda..
15.12.2010
(Mektup 11)
Dostlarım, öncelikle geçmiş Christmas bayramınızı kutlarım. Sizlerden bu kadar uzakta geçirdiğim ilk Xmas'ım bu benim. Adamların bayramını direk sahiplendim. Öyle ki bir Xmas partisine bile katıldım; hikaye uzun, aslında kısa da, ben uzatmak istiyorum…
Geçen Cuma günü kurstan sonra çılgınlıklar silsilesi başladı; onlarca insan kafasında noel baba kukuletaları ve birbirinden komik kırmızı noel baba kıyafetleriyle sokaklara fırlamıştı. Herkes çılgınlar gibi alışveriş yapıyordu. Xmas yemeği için yapılan hazırlıklar, kasa kasa alınan alkoller... Her yerde çalan, herkesin diline pelesenk olan jıngle jıngle bell'ler... İnsanlar müthiş enerjiyle dolmuştu. Ben ise, sıradan bir gün gibi gözüken bu günü en az sıkılarak nasıl geçirebilirim diye düşünüyordum. Zira tanıdığım tüm arkadaşlarım, ya kendi ev arkadaşlarıyla, ya yanlarında kaldıkları ailelerle ya da benim gibi yalnız kalmayı tercih ederek vakitlerini geçiriyorlardı. Esasen o gün için hali hazırda bir planım vardı. Bir Türk arkadaşımla buluşacaktım ama o şehrin dışında oturuyordu. O sabah erken uyanamayınca şehre inmekten vazgeçti. Şehir meydanında ufak tefek xmas gösterileri vardı. Hasan o gün çalışıyordu ve çok yorgun olduğu için onu da ikna edemedim. Ve dolayısıyla bir Xmas gecesini, tek göz odamızda pinekleyerek geçirdik. Lakin hikaye bundan sonra başladı. Ertesi sabah lay lay lom yaptıktan sonra dışarı çıkıp gezelim biraz dedik. Ve gördük ki karşı komşumuzun tüm gece süren Xmas eğlencesi aynen devam ediyordu. Çıplak ayaklarla sokağa taşırmışlardı partiyi. Bu arada ayakkabısız gezmek burada bir gelenek. Aborjinlerden kalma.
Bir keresinde denedim ben de, okuldan eve çıplak ayak yürüdüm yollarda. Çok tuhaf hissediyor insan ama acayipte özgür hissediyorsun kendini. Neyse, biz şehre doğru yürürken in cin top oynuyordu sokaklarda, zira insanlar ya uyuyordu ya da ev partileri yapıyorlardı hala. Bizim gibi sokakta olanlar ise ya insan değildi ya da onlar da Xmas pek alakalı değildi. Dolayısıyla o günün erken saatlerini birbirlerinden habersiz "müslüman din kardeşlerimizle" birlikte geçirdik! Şehir merkezinden sıkılıp rotayı sahile doğru çevirdiğimizde, orada da Hristiyan kardeşlerimizin çılgın eğlencelerine tanıklık ettik. Vur patlasın çal oynasın havası her yerde. Sanırım bu adamlar gerçekten eğlenmeyi biliyorlar. Güzel, çirkin, çılgın, aptal, komik, kirli, temiz, nasıl göründüklerinin hiç ama hiç önemi yoktu, sadece eğleniyorlardı. Ve bir bilgi daha vereceğim size; tüm kaosa ve kalabalığa rağmen en ufak bir kavgaya şahit olmadık, burada birine dokunmak büyük bir suç, eğer birine vurursan direk kodese atarlar adamı. O yüzden sinirden çıldırdıkları zaman en hardcore küfürler havada uçuşuyor ama asla birbirlerine dokunamıyorlar. Küfür zaten artık gündelik dilin bir parçası haline gelmiş, neredeyse bir espri şekli hatta güzel bir şarkının nakaratı gibi küfür ediyorlar birbirlerine. Her neyse, serin okyanus esintisi rahatsızlık verene kadar takıldık sahilde. Akşam olup da eve dönünce bir de ne görelim; bu bizim karşı komşu ve çılgın ekibi hala devam ediyordu bahçedeki kutlamalara… Nereden geliyor bu kadar enerji arkadaş! Çağırdılar bizi de. Kaçış yoktu, katılacaktık bu sefer! Aldık şarabımızı ve show must go on dedik…
İşte böyle…
Bu arada sanırım burada ki sessizliğe de giderek alışıyorum. Bir haftadır Xmas tatili nedeniyle gelen turistlerle beraber şehir merkezi iyice kalabalıklaşmıştı. Benim gitmeyi tercih ettiğim kafeler ve kütüphaneler kapalı, e haliyle pek gidecek yerim de kalmadı. Daha önce de bahsini ettiğim gibi şehir meydanında dev bir ekran vardı, o ekranın önüne halka açık şezlonglar, gölgelik olsun diye şemsiyeler filan koymuşlar. Oturup siyah beyaz filmler izliyorsun alt yazılı. Şahaneydi! Evde televizyon olmayınca ben de gidip oralarda takılıyorum. Fakat fark ettim ki kalabalık artık beni sıkıyor…
İşte böyle de bir Xmas haftası yaşadık güney yarım kürede… Yeni yıla da herkesten önce gireceğiz burada. İlk defa memleketten uzakta yeni bir yıl geçireceğiz. Her şeyin ilkini, her şeyin en ilgincini burada yaşıyoruz. Bakalım bizi daha ne süprizler bekliyor.
Yarın akşam Noel babayla konuşacağım, hepinize güzel hediyeler yollayacağım. Eskileri atın, sizi yoran üzen delirten… yenilere kucak açın… yeni yılınız kutlu olsun canlarım..
30.12.2010
(Mektup 12)
İsmini ezberleyemiyorum, tuhaf bir adı var. Rahatlığından dolayı ben “Salaş Kafe” diyorum. Retro bir kafedeyim şimdi, tek başıma oturmuş sütlü İngiliz çayımı içiyorum. Tabi biz de bir gelenektir sütlü çay! Britanyalı atalarımdan geliyor bu gelenek :P
Yanımda olduğunuzu, şen kahkahalar atıp bu kafenin tozunu attırdığımızı hayal ediyorum. Buraya haftanın en az üç günü uğruyorum. Free internet var, minik netbook'umu açıp, hem ders çalışıyorum hem search yapıyorum. Ayrıca okula çok yakın olması ve fiyatlarının da uygun olması beni buranın müdavimi yaptı. Size biraz mekanı anlatayım; mekanın ortasında kocaman, eskitme, masif bir masa var, etrafında da renkli ve birbirinden tamamen farklı modelde sandalyeler dizili, zemininde yine birbiriyle alakasız eskimiş halılar, köşeler de kadife kaplı eski mi eski, kirli mi kirli köşe koltukları ve berjerler, koltukların üzerinde el örgüsü renkli renkli örtüler, 70'lerden kalma konsollar, duvarlarda yine 60'lardan, 70'lerden kalma reklam afişleri... küçük, kırık dökük sehpalar ve üzerinde daktilolar... Buram buram Art Nouveau kokuyor her yer... Fon da ise kadiye sesiyle Leonard Cohen...
Burası aslında, bir garaj ve aynı zamanda da yüksek tavanlı büyük bir Art Galery. Ön tarafı kafe olarak kullanılıyor, arka tarafı sanatsal aktiviteler için ayrılmış. Green tea, early green ve latte gibi kahveler 3 $, tost 4 $ (peynirli, domatesli, avakadolu), bir de kanguru etli sandwich'ler (8 $) var ki henüz tadacak cesareti bulamadım.
Anlayacağınız gibi bazı mekanları sahiplenmeye başladım, bu kaçınılmaz olandı… Hasan artık Türkiye’ye hiç dönmek istemiyor. Bu tatlı yaşam damarlarımıza zerk olmaya başladı.
Burada kalmanın bir kaç yolu var; ya ben yüksek lisans programına başlayacağım, ya Hasan doktoraya başlayacak ya da Hasan'a bir firma sponsor olacak ve çalışma izni alacak. Ben master yaparsam yine endüstri ürünleri tasarımı, iç mekan tasarımı, grafik tasarım ya da animasyon gibi bir bölümde iki yıllık eğitim alabiliyorum (yıllığı 15.000 $). Eğer ben buradaki üniversitelerin birine kayıt yaptırırsam, evlilik durumundan Hasan'a full time çalışma izni veriyorlar. Eğer Hasan, ben Eylül'de kursu bitirene kadar güzel bir iş teklifi alırsa (ki kendi sektöründen bir tane iş teklifi aldı hali hazırda, haber bekliyoruz sabırsızlıkla!) o doktoraya gitmeyecek, çalışacak. Eğer Eylül'e kadar adam gibi bir iş bulamazsa da o doktoraya başlayacak ben çalışacağım bu durumda. Çünkü eğer Hasan 4 yıllık bir doktora programına kayıt olursa (yıllığı 20.000 $ fakat burs alma olasılığı var!), bu sefer de bana full time çalışma izni veriyorlar. Açıkcası full time çalışabileceğimiz çok güzel işler var. Bizim ilk aylarımızda yaşadığımız ve hala da süregelen iş bulamama problemimizin ana nedenlerinden biri İngilizce’ye hakim olamamaktı, ikincisi de vizemizden dolayı full time değil part time çalışma iznimizin olması idi. Bu iki büyük problemi çözer çözmez büyük fırsatlar yakalama olasılığımız artıyor. Burada ayak altı işleri herkes yapıyor, özellikle Asya'lılar inanılmaz komik paralara her işi yapıyorlar (saati 7$ a bulaşıkçılık yapmak gibi). Aussie restaurantlarında ya da kafelerinde barista ya da cafee maker olarak çalışmak, yapılabilecek en güzel part time işlerden. Zira onlar saati 20$ a eleman çalıştırıyorlar ama maalesef onlar da fluent İngilizce istiyorlar. Türkler ve Asya'lı işverenler çok vicdansızlar. Burada daha çok kalifiye adam ihtiyacı var. Hasan da ben de onlar için biçilmiş kaftanız. Fakat bir firmanın bize sponsor olup full time çalışma izni alabilmemiz de hiç kolay değil. Firma ve iş verenin gerekli şartlara uyuyor olması gerekiyor.
Mesela iş verenin yanında en az 8 kişi çalışıyor olması gerekiyor, o 8 kişiden biri Hasan ile aynı işi yapıyorsa Hasan'a da aynı maaşı vermesi ve yıllık kazancının en az 60.000 $ ın üzerinde olması gerekiyor. Ayrıca immigration bürosuyla iş veren arasında yapılan sponsorluk işlemlerinin de bir masrafı var; 3700 $. İş veren bu parayı harcamak istemeyebilir, o zaman çalışanla anlaşıyor, çalışan patron adına masrafları kendi ödüyor. Tüm bu detaylar zaman içinde netleşecek ama bir taraftan da vatandaşlığa nasıl başvuru yapabiliriz diye araştırdık. Benim mesleğim burada geçerli bir meslek olduğu için vatandaşlığa başvurmak biraz daha kolay lakin süreci çok uzun. Şöyle ki, Kanada ve Avustralya puanlama sistemiyle göçmen alıyor ve en çok puan getiren mevzu da meslek. Benim üniversite mezunu olmam, mesleğim, geçmiş iş deneyimlerim, sigortalı çalışmış olmam, yaşım ve EILTS sınavından 9 üzerinden 7 almış olma ihtimalim (ki bu puanı tutturacağımdan emin değilim) gibi hesaplamalar yapılmalı ve ondan sonra vatandaşlığa başvurulmalı. Tüm bu detayları immigration'dan bir avukatla görüştük. Tüm bunların sonucunda avukatın bize önerdiği şey, vakit kaybetmeden vatandaşlığa başvurun, almamanız için hiçbir neden yok dedi. Üç aşamalı bir yol olduğu için bu başvuru, ilk aşamayı hiç beklemeden şimdiden hal edebiliyoruz. Son aşamada da EILTS dil sınavına girmem gerekiyor, ki o aşamaya gelmemiz buradaki prosedürlerden dolayı zaten en az 6 ayı alıyor. Benim hedefim (kursum her ne kadar Eylül'de bitse de) Haziran ayında bu sınava başvuru yapmak. Zira Temmuz ayında yine göçmenlik yasaları değişiyormuş. Bu arada atlamadan söyleyeyim, immigration bürosuna da evrak işleri için 2500 $ ödüyorsunuz. Buraya kadar olan detaylar başvuru ile ilgili; hadi diyelim Avustralya vatandaşlığına başvurduk. Sonuç için en az 2 yıl bekliyormuşsun. O bekleyişi istersen burada yapıyorsun, bir eğitim programına başvuru yapıp vizeni uzatıyorsun ya da gidip memleketinde tıpış tıpış bekliyorsun. Alırsan vatandaşlığı koşa koşa geri geliyorsun. Hasan da meslek konusunda çok şanslı ama onun üzerinden vatandaşlık başvurusunu yapamıyoruz, son 12 aylık geçmişinde ister kendi ülkesinde ister başka bir ülkede sigortalı çalışmış olması ve bunu ıspatlaması gerekiyor. Hasan'ın gecikmeli yaptığı askerliği, masterı filan derken onun yakın tarihinde 15 aylık gibi bir boşluk var.
Burada Hasan'ın pozisyonunda (sistem uzmanlığı gibi!) çalışan biri, ayda ortalama 6000-8000$ kazanırken, benim gibi tasarım ve modelleme yapan meslektaşlarım da 4000-6000$ arası kazanıyor. Buranın yaşam giderlerinin Türkiye’den yüksek olduğunu düşünürseniz, bu maaşlar aslında çok da iyi değil. Vergi yasaları burada çok sert, maaşlar aslında çok yüksek fakat çok kesinti oluyor devlet tarafından. Ama yine de her halükarda Türkiye’de ki kazancınızdan çok daha iyi. Bunun da ötesinde insani şartlarda bu parayı kazanıyor olmak miktarından çok daha önemli. Hasan bu arada inşaat işine devam ediyor. Çok ama çok yorulsa da, durumumuz netleşene kadar buna devam etmek zorunda. Son 2 aydır hiç cepten yemiyoruz. Hasan kazandığıyla bizi şu an çok rahat geçindiriyor. Buraya gelmeden önce IT den nefret eder hale gelmişti ama şimdi o kadar enerji dolu ki kendi sektöründe çalışıp bir şeyler yapmayı çok arzu ediyor. Özledi sanırım mesleğini.
Mart'ın 17'sinde oturduğumuz evi değiştiriyoruz. Kontratımız bitiyor. O hücreden kurtulacağımıza çok seviniyorum.
Evet, mücadele nereye gidersen git bitmiyor. Hayat hep bir koşturmaca. Bazen yeter diyorsun, ben artık bu oyunu oynamak istemiyorum ama hayat buna izin vermiyor. Nefes aldığımız sürece bu devinim her şekilde devam ediyor. Bazen sırtımda iki el hissediyorum; ben tüm gücümü yitirip olduğum yere yığılırken o el tutuyor omuzlarından. Kimse yapmayınca iş başa düşüyor kendi kendimi ayağa kaldırıyorum. İstanbul'da nefes alamadığımı hissediyordum bazen. Yaşayan ölüler memleketi benim yurdum. Heyret verici şekillerde yaşayabiliyorduk günlerce, aylarca, yıllarca…
Şimdi burada bunca kaygı ve mücadeleye rağmen arada bir durup derin bir nefes alabiliyorum. Hayat buradayken buna izin veriyor. Her şeyin bir düzeni, rutini, kuralı var burada. Dinlenmek, mola vermek de bu rutinlerden, kurallardan biri. Herkes molalı yaşadığı için burada hayatı sen de onlar gibi yaşamak zorunda kalıyorsun. Aksi takdirde akışın dışında kalıyorsun. Dünyadaki en zor şeylerden biriymiş “terk etmek”. Bu bazen bir vatanı terk etmek olur, bazen de memleket bildiğin bir sevgiliyi... acısı aynı!
Bazı sabahlar uyandığımda “Heyhat bugün bana ne süprizler hazırladın?” diyorum ve gerçekten heyecanlanıyorum. Kimi karşıma çıkaracaksın bugün? Hangi yemeği tadacağım bugün? Hangi anıyı hatırlayacağım? Bazen cevaplardan çok sorularla ilgilenirsiniz. Cevabı bilmek zorunda değilsiniz.
Yeni soru ve cevaplarla görüşmek üzere…
10.02.2011
(Mektup 13)
Yaz bitti. Buraya hüzün yağıyor şimdi. Sonbahar deyince Eylül gelir ya insanın aklına, Mart'ın sonlarındayız oysa biz şimdi. Ne tuhaf şey dünyayı tersinden yaşamak. Mevsimler ters, gündüzler geceler ters, hayat ters, Hasan ters!... her şey ters oğlu ters..
Geride koskoca altı ayı bıraktık. Daha dün gibi her şey. İlk baharın ilk günleri ama Melbourne'nün yazı mı kışı mı fark edemeyeceğiniz, soğuk bir Eylül akşamı idi buraya ayak bastığımızda. Oldukça sıkıntılı geçen bu 6 ay içinde banka hesabımızda eksilen bir miktar para ve cebimizde biriken bir miktar tecrübe ile karar verdik ki, herkes kendi çöplüğünde, kendi zaman diliminde yaşamalı. Ben size sayfalar dolusu mektuplar yazsam da böylesi bir tecrübe yaşanmadan anlaşılır şey değil. Ece Temelkuran kaleme aldığı bir yazısında, bizim şu an yaşadığımız bu hadiseyi çok güzel özetliyor.
“Üniversiteyi bitirince hemen çalışmaya başlama: git, dolaş, ülkeler gez, aç kal, meteliğe kurşun at, ama ne yap et, koşturmaya başlamadan önce biraz amaçsız yürü, maceraya çık, bedeli ne olursa olsun bunu yap. Çünkü hayat, onu erken anladığını sananlardan çok fena alır öcünü!!! Bir şeyi vaktinde yaşamadan geçersen, çok sonra, seni rezil etme pahasına, sana yaşatır o eksik bıraktığın bölümü. Aşık mı olmadın on altı yaşında, gelir seni kırk beşinde bulur, en olmaz zamanda. Maceraya mı çıkmadın yirminde, sürükleye sürükleye götürür seni otuz beşinde. Yırtık kot, yer bezinden hallice bir kazak giyip, nasıl göründüğüne aldırmadan geçiremedinse öğrencilik yıllarını mesela, elli yaşında, artık kalabalıkların gözleri seni hiç de öyle görmeyi beklemezken, sana giydirir o kot pantolonu. Hayatı sakın erkenden yaşama, sonradan çok fena komik eder adamı. Serserilik ederek geçirmeli insan serserilik edilecek yaşları. Zira atlayıp geçtiğin ne varsa dönüp dolaşıp bulur insanın yakasını. Kendini yaşatıncaya kadar yapışıp kalır.”
Evet özet bu! Tam olarak bu!
Bırakalım lakırdıyı da son havadislere geleyim. Uygun şartlarda ev bulamadık ve oturduğumuz dairede kalıp kontratımızı uzatmaya karar verdik. Bu durumdan çok rahatsızım fakat buna mecbur kaldık. Hasan da çalıştığı inşattan ayrıldı. Ekipten birileriyle kavga etmiş. Hala doktora programı ve alabileceği bir burs araştırıyor. Fakat o işte olmayacak gibi gözüküyor. Sanırım psikolojik olarak çok yorulduk. İkimizin de tadı yok. Yarın ne olacağını bilmiyoruz.
Sizi seviyor ve özlüyoruz. Görüşmek üzere…
25.03.2011
(Mektup 14)
Yazıyorum siliyorum, yazıyorum siliyorum… mektuba nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Son olacağını bildiğinden olsa gerek, yazdırmıyor mektup kendini…
Bitti… her şey bitti… fırtınalar sona erdi… kış bitti… buralara bahar geldi… ama kulaklarımda hala o her şeyi yakıp yıkan fırtınanın korkunç sesleri…
Çamaşır ipinde asılı kalan çamaşırların rüzgarla mücadele etmesi gibiydi bizim burada ki mücadelemiz de. Ruhumuzda yırtıklar açıldı. Nafile bir çabayla çok yorduk, çok hırpaladık kendimizi. Dostlarımız ve biricik ailelerimizin desteğiyle tamir olmayı diliyoruz dönünce.
Günler değil, haftalar değil, aylar değil, koskoca bir yılı devirdik geride. Bu kadar uzakta, bu kadar uzun bir süre neden katlandık tüm olanlara bilmem! Değdi mi değmedi mi, bunu zaman gösterecek. Lakin tartışılmaz olan şey, kimsenin yapmaya cesaret edemediği bir şeyi deneyerek, dostlarımıza, çocuklarımıza, torunlarımıza anlatacağımız yüzlerce anı, fotoğraf karesi ve tecrübeyle dönüyoruz. Bunu yaptığımız için asla pişmanlık duymadık ama eğer bu sıkıntılı süreci uzatıp, içine düştüğümüz cendereyi görmezden gelip, inat edip burada kalmaya devam etseydik hayatımın en büyük pişmanlığını yaşama olasılığım çok yüksekti.
Avustralya hükümeti özetle bize şunu dedi;
“Siz bi elinizde avucunuzda ne varsa, ne birikiminiz varsa bana vereceksiniz, benim eğitim kurumlarima kayit olacaksiniz, benim marketlerimden alisveris yapacaksiniz, benim eğlence mekanlarimda para harcayacaksiniz, benim ekonomime katkin olacak önce… seni önce bi guzel söğüsleyecegim… sonra benim paşa gönlüm isterse, senin bana ne kadar faydalı olacağına karar verip, sana ülkemde çalişma ve barinma hakki “belki” veririm diyor…”
E hal böyle olunca, biz de koca bi “Nah!” çektik Julia Gillard’a. Elimizden geleni ardına koymadık, legal yollardan her yolu denedik fakat olmadı. Şimdi kafamızda hiç bir soru işareti kalmadan dönüyoruz…
Gelelim burada yaşadığımız son hadiselere. Dil sınavından gerekli olan puanı alamadım. Çok iyi konuşuyor, yazıyor, okuyor olabilirsiniz ama şimdi anlıyorum ki yabancı dil sınavına girmek teknik bir hadiseymiş arkadaşlar. Ben de artık fobi haline gelen sınav sitresiyle baş edemiyorum ve bundan sonra da hayatımın hiçbir sürecinde hiçbir sınavla karşı karşıya kalmak istemiyorum. Sitresten, sıkıntıdan kurdeşen döktüm burada. Değer miydi tüm bu sitrese bilemiyorum. Aldığım puan, yurt dışındaki herhangi bir üniversite’de eğitim alabilmek için gerekli olan baraj puanına denk geliyor fakat benim burada yeniden üniversite okumak gibi bir niyetim olmadığı için, bu puan bana hiçbir şey ifade etmiyor. Sınavdan aldığım puan 9 üzerinden 5.5 ama 7 puan almam gerekiyordu. Permanent (daimi) vizeye başvuru yapabilmek için kural buydu. Hal böyle olunca vizeye filan da başvurmamaya karar verdik.
Birkaç hafta içinde, bir yıldır devam ettiğim dil okulundan pre-advance seviyede sertifika alarak mezun oluyorum. Katlayıp uçak yaparım! Şunu kesinlikle itiraf etmeliyim ki 1 yıl, bir dile tam anlamıyla hakim olabilmek için çokta yeterli bir süre değilmiş. Şimdi anlıyorum ki, ilk aylar Hasan’ın ders çalışmam konusunda ki baskıları çok da yersiz değilmiş. Fakat içinde bulunduğumuz koşullar biraz da bu sonucu doğurdu. İlk başta yabancı bir aile yanında kalmayı istemiştik. Evin içinde sürekli yabancı dil konuşulması bu konuda bizi çok hızlı ilerletecekti, lakin aile yanında haftalık 400$ istediklerini duyunca bu seçeneğin bize çok pahalıya mal olacağını düşünüp vazgeçmiştik. Kaba bir hesapla ayda sadece konaklama, yeme-içme ve temizlik ihtiyaçlarımız için aylık 2.500 TL gibi bir giderimiz olacak idi. Bunun üzerine yol masrafları ve sosyal aktivitileri eklersek toplamda aylık masrafımız yaklaşık 4000 TL gibi rakamları bulacak idi. Türk lirası üzerinden bakınca hazırdaki paramız bu masraflara yetmeyecekti. Velhasılı, bu ihtimali göze alamadık. E kendi aramızda İngilizce konuşalım, Türkçe konuşmayalım dedik fakat benim Hasan’ın dil seviyesine gelmem 6 ayımı aldı. O ileri seviye ben de kabız seviyede konuşunca çok sıkıldık ve en sonunda da iletişim kurmaktan vazgeçtik. Hasan uzunca bir süre Türklerle iş yaptığı için dil konusunda bırak ilerlemeyi gerilemişti bile. Fakat son 2 aydır işi bıraktığı için benim okuldaki arkadaşlarımla, komşularla filan sürekli gevezelik yapıyor, önüne gelenle takılıyor, müthiş salmış durumda… Hal böyle olunca 5 farklı dil daha öğrenebilirdik aslında. Biraz gevşemek ve oluruna bırakmak en iyisiymiş. Kaygılar, korkular, beklentiler insana hata yaptırıyor arkadaşlar. Tüm bunlardan sonra öğrendik kendimizi bırakmayı. Hayatı kontrol etmekten vazgeçtik. Şimdi ikimiz de cayır cayır İngilizce konuşuyoruz. Türkçe konuşmayı unuttuk neredeyse.Ama kimse bize bunun için madalya vermiyor. Neden bu madalyayı almayı bekledik ben de onu soruyorum şimdi kendime.
Buraya dil öğrenmeye gelen onlarca, yüzlerce, binlerce insan var. Çoğu yirmi yaşın ya hemen altında ya da hemen üstünde, 18–25 aralığında diyebilirim. Bu gençler mutlaka yabancı aile yanında kalıyorlar. Çalışmak zorunda değiller. Kendi ailelerinden ya da kendi ülkelerinden destek alıyorlar. Okula gelmek konusunda devam zorunlulukları yok. Çünkü çoğu Avrupa Birliği vatandaşı ve bizimkinden farklı vize türlerine sahipler. Nerede akşam orada sabah ediyorlar. Mutlaka yabancı sevgili ediniyorlar. Şimdi tabi ki bu çocuklar 3 ay, 5 ay gibi çok kısa bir sürede İngilizce’yi çözüyorlar. E bir de aynı dil ailesinden gelen akraba dilleri konuşan insanlar için İngilizce öğrenmek çok daha kolay oluyor tabi. Mesela Cermen dilleri; Almanca, Norveçce, Flamanca gibi… Mesela İngilizce “drink-drank-drunk” (Almanca “trinken-trank-getrunken”)’ta olduğu gibi. Genellikle cümle yapısı özne + yüklem + tümleç şeklindedir. Bu da işin teknik kısmı…
Neyse işte durum bu. Tüm bu sürecin bana en büyük katkısı Türkiye de işime yarayacağını düşündüğüm yabancı dil sertifikam ve bir yıldır temiz kalan ciğerlerim. Buraya geldiğim gün sigarayı bıraktım. Birincisi sigara burada çok pahalı, ikincisi sigara içmek benim için keyfi bir hadiseydi. O keyfe erişecek kafa rahatlığına bir türlü kavuşamadım. Ama muhtemelen Türkiye ye dönünce içmeye devam edeceğim.
Eylül’ün 16’sına dönüş biletlerimizi aldık. Fakat dönüş sırasında Tayland’da beş günlük, ufak bir tatil planı yaptık. Maddi açıdan belki hiç yeri ve zamanı değildi ama geri kalan ömrümüzde buralara gelmek bir daha nasip olur mu bilmiyoruz ve bu yüzden battı fishing yan going diyoruz…
Hepinize, mektuplarıma ayırdığınız her saniye için çok teşekkür ederim. Varlığınızı bilmek ve mektuplarıma yaptığınız geri dönüşler bana güç ve sabır verdi. Hepinizi hasretle öpüyorum.
Yakında görüşeceğiz.
25.08.2011