top of page

Yazmazsa deli olacak bir öykücü; Sait Faik Abasıyanık

1906'da, Adapazar'ında dünyaya gelmiş bir güzel insan Sait Faik. İlköğrenimini Rehber-i Terakki Okulu'nda, orta öğreniminin bir bölümünü İstanbul Erkek Lisesi'nde, bir bölümünü ise Bursa Lisesi'nde tamamlıyor (1925-1928). Yüksek öğrenimine İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türkoloji Bölümü'nde başlıyor(1928) fakat iki yıl sonra babasının isteği üzerine, iktisat eğitimi için Venedik üzerinden İsviçre'ye gidiyor. Sanatı ve kişiliği üzerinde derin izler bırakacak çok sevdiği, bir Fransız şehri olan Grenoble kentinde üç yıl yaşıyor. Fransa'dan döndükten sonra bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe öğretmenliği yapıyor. Çocukluğundan beri babası tarafından tüccar olmaya zorlanıyor ve ticarete atılıyor Sait Faik, fakat başarılı olamıyor. Babasının 1939'daki ölümüyle geçimini yalnızca kalemiyle sağlamanın yollarını ararken, kısa bir süre Haber gazetesinde muhabirlik yapıyor (1942). Yazarlığa lise yıllarında başlayan Sait Faik'in ilk şiiri Mektep dergisinde (1925), ilk yazısı 'Uçurtmalar' Milliyet gazetesinde yayımlanıyor (1929). Sait Faik, 1934'ten itibaren kendini neredeyse bütünüyle öyküye veriyor. Daha önce Atatürk'ü de onur üyeliğine seçen, ABD'deki Uluslararası Mark Twain Derneği tarafından çağdaş edebiyata yaptığı katkılarından dolayı onur üyeliğine seçilen(1953) Sait Faik, 11 Mayıs 1954'te İstanbul'da, her şeye rağmen çok sevdiği hayata gözlerini kapıyor. İşte hayatının kronolojik özeti budur. Öykücülüğünü anlamaya gelince; samimiyet, Sait Faik'e en çok yakışan sıfatlardan biridir. Konuşma hissi uyandıran şiirsel bir anlatıma sahiptir yazıları. Canlı tasvirleri ile deniz kokusunu ya da bahar çiçeklerinin kokusunu burnunuza kadar getirir. Kendine özgü bir tarz yaratmıştır. Bir gelenek oluşturma kaygısı taşımamıştır. Bağlı olduğu bir akım yoktur. Entelektüel bir çabası yoktur. Burjuva kökenli olduğu halde yoksul insanları anlatır öykülerinde. Zenginleri eleştirir fakat kendi sınıfından koptuğu da pek söylenemez. İstanbul'u çokça işlemiştir hikayelerinde. İstanbul'un kalabalık semtlerini, kenar mahalleleri, balıkçıları, adaları son derece yalın ve etkileyici bir dille anlatır Sait Faik. Deniz kıyısı, balıkçılar, vapur iskelesi, boyacı çocuk, ihtiyar bir dilenci onun hikayelerinin öğeleridir. "Çiçek ve balık adlarını bilmeyen hikaye yazamaz" diyen Sait Faik'in, tek derdi tasası sezonun ilk lüferini tutmak olmuş. Doğaya çıkmış, doğayı yazmış. Bir fahişeyle sevişmiş, en mahrem anlarını yüzümüzü kızartarak yazmış. Hayvanları çok severmiş, insanlaşmış hayvanları anlatmış bize. Durum öyküleri yazan Sait Faik yazmayı her şeyden çok severmiş ve halet-i ruhiyesini bize şöyle anlatmış;

" Söz vermiştim kendi kendime; yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmakta bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."

Sait Faik'in yazmak ile ilgili hallerini okuyunca, kendi ruh halimi tarttım ve dedim ki, onun gibi öykücüleri bilmeseydim, onun yazdığı öyküleri okumasaydım asıl ben delirecektim. Bana bu dünyada güzel huylara sahip güzel insanların da olduğunu hep hatırlatmıştır.

Hayatının belli dönemlerinde tembellik etmiş "ben bayrakları değil insanları severim" diyebilen bir sevgi neferi olarak dünyadaki yerini almış fakat iyilik ve sevgi adına tembellik etmediği ispatlamıştır.

Sait Faik'in yazın biçimini kendi ağzından anlattığı, Çorumlu okuyucularına cevaben yazdığı bir mektup vardır. Şöyle analiz etmektedir kendisini; "Dehşetli mektubunuzu aldım. Herkes bu kadar yazı yazanlara hayran oldular. Bana gelince pek öyle okuyucu mektupları almam. Siz herhalde ilk değilsiniz. Ama insanı cevap vermeye sürükleyen itinanıza karşı ben de bir şeyler yazayım. Sorularınıza cevap vermemi istiyorsunuz. Kendinden bahsetmek iyi bir şey değil... Ama çaresiz. Hikayelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikaye kokuları var dediler. Demek ki ben ne hikayeciyim ne de şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin. Memleketi gezmek. Ah dostlarım nasıl isterim bilmezsiniz. Ama ne ile...? Nasıl? Bunun manasını anlarsınız. Seyahat edecek param yok. Parasız da yola çıkılır mı? Gelsem herhalde bir hafta misafir edersiniz umarım. Ama her yerde sizin gibi dostlar bulabilir miyim? Ben insanları tek cephelerinden göremiyorum. Bence insanın yaptığı şu vakanın veya bu vakanın ehemmiyeti vardır. Ama daha çok insanın kendisi beni ilgilendiriyor. Hareketi, konuşuşu, düşünüşü, yürüyüşü, hatta bütünüyle insanın kendisi.

Müthiş vakalar dünya yüzünde ve insan hayatında mütemadiyen tekerrür etmez gibi geliyor bana; ama pekala herhangi bir ufacık vakanın bir insan hayatında, bir insan üzerinde tesir yapabileceği merakımı çekiyor. Mesela bir erkek bir genç kızı seviyor diyelim. Bu kız birdenbire nişanlanıyor. Benim için mühim bir hadise. Hikayeyi böylece bitiriyorum. Bizim sonuç dediğimiz şey ölüm gibi, pis gibi, delilik gibi, intihar gibi nihayetle biten şeydir. Benim hikayelerimin kahramanlarını öldükleri zaman bile yaşamaya devam eder gibi öldürmek isterim. İnsanları yaşarlarken yakalayabiliyorsam ne ala. Sonuçlu şeyleri sevmiyorum da onun için böyle yazıyorum. Bununla hikayelerimi methettiğimi sanmayın. Ben iyi bir hikayeci değilim. Hikaye tarzı benim yazı yazmam için bir vesiledir. Düşündüklerimi, duyduklarımı, sevdiklerimi, üzüntülerimi ve işittiklerimi, gördüklerimi benden başkalarına temizce bir lisanla anlatmaya çalışırım. Hikaye değildir yazdıklarım, hikayeye benzer bir konuşmadır. Sıkmıyorsam mesele yok, oturup hemen bir hikaye yazabilirim. Böyle bir hikaye yazdığımızı düşünelim. Ne gibi bir sonuç beklersiniz. İntihar mı? Olabilir. O kızın bulunduğu yerden uzaklaşıp gitmek mi? Bu da olabilir. Genç kızı öldürmek mi? Bu da kabil. Hikayeyi böyle bir neticeye bağlarsam sizce bir sonucu olur değil mi? Halbuki ben şöyle bir sonuç düşünüyorum: Bir güzel günde yağmur yağmasını isteyerek kahvenin camları arkasında oturdu. Çocukların yağmur şarkısını söyledi. Yağmur yağıyor, Seller akıyor, Arap kızı pencereden bakıyor." İşte tam da bu yalın ve muamma sonlardır Sait Faik' in öykülerini diğer öykülerden ayıran. Ve onun mütavazi dilidir, samimiyetidir onu farklı kılan. En çok beğendiği eserini soruyorlar Sait Faik'e, şöyle diyor; "Hiçbir yazımı beğenmiyorum. Yazdığım yazılar bir hazırlıktan ibarettir. Ve belki de bütün malzemeyi elime geçirdikten sonra binayı yapmak için oturup çalışamayacağım, size vermek için tekrar okuduğum hikayelerimden hiçbir şeyi gözüm tutmuyor. Mamafih kitap halinde çıkarmaya cesaret ettiğim yazılarımdan herhangi birisini sütunlarınıza geçirmek istiyorsanız siz seçiniz!." 1953 tarihinde, Varlık dergisinde yayınlanan bir röportajında da kendisine soruluyor;

"İlk yazılarınızla şimdikiler arasında ne gibi bir ayrılık görüyorsunuz. Edebi telakkileriniz zamanla ne gibi değişikliklere uğradı?"

Buna karşılık yanıtı şöyle oluyor; " Bir münekkidin oturup okuyup uğraşacağı bir konuyu ben nasıl yazayım? Bazıları nerede eski yazdıkların nerede şimdikiler derken eskileri beğendiklerini söylemiş oluyorlar. Ben o fikirde olsam yazı yazmamayı düşünürdüm. Bazıları da şimdikiler ilk yazdıklarından çok iyi, diyorlar. Seviniyorum. Benden bir hüküm beklenmemeli. Kendimize yazmıyoruz, başkalarına yazıyoruz. Biz işimize geleni kabulleniriz." Sanat dergileri hakkındaki düşünceleri de yine benim ilgimi çeken konulardan olmuştu. "Dergiler daha çok isim yapmak isteyen arkadaşların malı olmalıdır. Şimdiki(1951) dergiler oldukça uyuşuk haldedir. Bu da genç arkadaşların sanata delice tutkun olmamalarından geliyor. Ya her yazıda, daha olmazsa yazmayıveririm, ben o kadar sıkıntıya gelemem gibi bir hal: yahut da kendine müthiş bir itimat. Bir dergi bir fikir, bir dert yüzünden sevişen insanların toplandığı yer olmalıdır. Yoksa çabucak sonunda hiçbir şey olmadığı anlaşılacak olan şöhret kağıdı değil. Bu dergilerin amacı, ya cemiyetteki haksızlıkları ele almak yada haksızlık edenleri hicvetmek olmalıdır. Yahut da düşünen adamın yalnızlığını, sarılacak birisini bulamamasını, boğulduğunu anlatmak olmalıdır." Onun hakkında öğrendiklerimle, onun yaşadığı döneme tanıklık etmiş gibi hissediyorum. Denizin ve gökyüzünün mavisiyle bakan gözlerini tahayyül ediyorum ve görüyorum ki kendi dönemine ve sonraki dönemlere o maviyi bulaştırıyor Sait Faik. Onunla kendi döneminin edebiyatı hakkında konuşmak, yeni edebiyat diye bahsedilen cereyanın bildiğimiz edebiyattan ne farkı olduğunu ondan öğrenmek, değişen dilin edebiyatımıza tesirini ve daha pek çok şeyi uzun uzun konuşmak isterdim Sait Faik'le. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Bedri Rahmi gibi dönemin diğer kıymetli ustaları Sait Faik'le yaptıkları söyleşilerde aklımıza gelebilecek pek çok meseleyi mevzu etmişler. Ve neyse ki bu söyleşiler ve mektuplar, Sait Faik'in Bütün Eserleri dizisinin "Açık Hava Oteli" isimli kitabında yayımlanmıştır. Kitapta yer alan, o dönemin(1953) edebiyatı hakkındaki düşüncelerini anlatan bölümdür şöyledir; "Bugünkü hikayeciliğimizde bana öyle geliyor ki okuyucu ile yan yana gibiyiz. Okuyucumuz kahramanımız, bazen de kahramanımız kendimiz. O kadar yan yana, o kadar birbirimiz ki okuyucu bir nevi yazmayan yazıcı gibidir. Yazıcı da yazan okuyucuya benziyor. Geçen gün bir yerde yeni şiirler dinledim. Bu arada eski bir şair de bir şiir okudu. O zamana kadar güzelliğine dalıp gittiğim şiirimiz hakkında hiçbir düşüncem yoktu. Birdenbire şaşırıverdim. Vay anasını! Dünkü şiirden, o yapmacıktan samimiyetsizlikten, klişeden kurtulup nerelere gitmişiz? Doğrusu ben şaşırdım."Bence şair de hikayeci gibi hakiki hayatı ve büyük kitleyi ifade etmelidir. Bununla beraber şiir hedefli olunca tatsızlaşır. Hiç değilse şiir, şiir olmak için biraz realitenin üstüne yükselmelidir. Şiirdeki patlıcan dolmasından hoşlanmıyorum. Mamafih güzel alay ediyorlar. Bunları gelecek nesiller okuyacak mı? Bunu kestirmek güçtür." Gelmiş geçmiş en klişe sorulardan biri olduğunu düşündüğüm "Bir gün meşhur bir edebiyatçı olacağınızı çocukluğunuzda tahmin eder miydiniz?" sorusuna karşılık, hep bir şey olmaya çalışan günümüz insanına inat verdiği kinayeli cevapla yine beni kendisini hayran bırakmıştır.

"Çocukluğumda da ilk gençliğimde de bir şey olmaya değil olmamaya karar vermiştim. Sözümü tuttum gibime geliyor, siz istediğiniz kadar bana meşhursun deyin."

Nüktedan kişiliği yazım diline de yansıyan üstadın, en hüzünlü öykülerini okurken bile karşılaştığım kelime oyunları tebessüm yaratmıştır hep bende.

Bugüne taşınan öykülerinden, röportaj ve mektuplarından yola çıkarak hazırladığım bu yazı onu anlatmaya yetmeyecektir elbet. Bu nedenle Burgazada' da yaşadığı evin, 1964'te müze haline getirildiğini hatırlatıp, adayı ve yaşadığı evi ziyaret etmeniz belki onu biraz daha yakından tanımaya yardımcı olacaktır diye düşünüyorum.

You Might Also Like:
bottom of page