top of page

Çocukluğun Soğuk Geceleri


Okunacak yüzlerce kitap ve kitaplarca yüz vardı. Raftan aldığım kitabın yüzü sanki nefes alıp veriyor ve kırık bir tebessümle bana bakıyordu. İngiliz bir yazarın dediği gibi:

“Görünüşler de kelimeler gibi okunabilir; bunlar içinde insan yüzü en derinlikli metinlerden biridir.”

Tezer Özlü’nün kitap kapaklarına basılan portresi kendi başına derin bir metindi ve daha okumadan beni kendi çocukluğumun soğuk dehlizlerinde gezdirmişti.

Bu kitap, yazarın 1980’de yayımlanan ilk romanı. Tanıtım metninde şöyle yazıyor;

"... kişinin çocukluğundan başlayarak içine düştüğü yaşamın, kimi zaman fiziksel-kaba, kimi zaman inceltilmiş-dolaylı baskılarıyla karşı karşıya kalışını ve yaşadığı ya da ‘yaşamasına izin verilmek istenmeyen’ farklılığını ve uyumsuzluğunu son derece sarsıcı ve incelikli bir biçimde, ‘teninde duyarak’ işledi... ”

Çocukluğun Soğuk Geceleri, okuyan her yetişkini kendi çocukluğuna götüren, deliliğin labirentlerinde gezdiren, varoluşu sorgulatan, sorgularken kendinizle yüzleştiren, ruhunuzu üşüten, kısacası duygu med-cezirleri yaşatan küçük bir roman. Fakat içine sığdırdıkları kocaman. Tıpkı kısacık ömrüne sığdırdıkları gibi...

Bizler kendi kendimize bile dürüst olamıyorken, Tezer Özlü’nün ilk romanında aklını ve ruhunu okuyucularına bu denli açması, onun çok cesur bir kadın olduğunu düşündürtüyor bana. Cesur olmasaydı ölüme o kadar yaklaşabilir miydi? İntihara meyledecek kadar neler yaşamış olabilir ki? Biraz da bu merakla okuyor insan Tezer Özlü'yü. Bu çılgın dünyada asıl intiharın yaşamaya devam etmek olduğunu söyleyebiliriz belki ama satır aralarına gizlediği yaşam sevincini hissediyorum yine de bu kitabında. "... tadına varılacak gün batımları vardır..." diyor mesela. İntihar girişiminden sağ kurtulmasına rağmen daha sonra kanser olmuş ve ancak 42 dünya yılı gün batımı görmeye yetmiş ömrü.

Tezer Özlü’nün çocukluk yıllarının bir kısmı Kütahya, Ödemiş ve Gerede’d, bir kısmı da İstanbul’un, Esentepe, Edirnekapı ve Çarşamba semtlerinde geçmiş. Öğretmen bir ailenin çocuğu olan Tezer Özlü, 1950’li yıllarda geçen çocukluğuna dair pek çok kesiti romanın ilk bölümü olan “Ev” isimli hikâyesinde; Avusturya Kız Lisesi’nde okuduğu dönemi ve genç kızlığın ruh hallerini “Okul ve Okul Yolu” isimli bölümde; Almanya’da bulunduğu ve evli olduğu bir dönemi ve o dönemde yaşadığı sinir hastalığını “Leo Ferre’nin Konseri” isimli bölümle ve son olarak da 12 Mart sonrasını ve Akdeniz’de bulunduğu bir zaman dilimini de “Yeniden Akdeniz” isimli bölümünde işleyerek romanı bitiriyor. Hayatının bu kesitlerinde, mutluluğun insanın kendi kendisiyle hoşnut olmasıyla başlayacağını, herkesin herkessiz yaşayabileceğini, şizofren kokusunu seçebilmeyi, daha güzel yaşam diye bir şeyin uzaklarda değil de hemen yanı başınızda olabileceğini öğreniyor ve okuyucusuyla paylaşıyor.

Romanı okurken onun dünyasında kendinizi buluyor ve bulduğunuz bu kendilikten rahatsızlık duymaya başlıyorsunuz. Onun rahatsızlıkları sizin rahatsızlığınız oluyor. Kendi ağzından da eseriyle ilgili şu sözleri söylüyor;

“Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim… On bir yaşında, bir Türk burjuva ailesi çocuğunun, yirmi yaşına dek okumak için gönderildiği İstanbul kentindeki çeşitli yabancı okullardan birinde karşılaştığı, batı kültürü ve eğitiminin yarattığı şoku anlatmak istedim.”

Romanında kız kardeşi, abisi, babaannesi ve arkadaşlarından bahsederken Süm, Bunni, Günk gibi soyut isimler kullanıyor olması, konu ettiği gerçek karakterleri daha etkili kılıyor ve biraz da bu isimlerle ilgili merak duygusunu güçlendiriyor okuyucuda. En merak uyandıran isim ise yakın arkadaşı “Hayalet Oğuz”.

Tezer Özlü bir kadın samimiyetiyle, bir çocuk bakışıyla yazdığı hikâyelerinde okuyucusunun empati kurmasını kolaylaştırıyor. Günlük döngüleri ayrıntılı tasvirleri ve yaşanan duyguları uç da olsa ortalamaya indirgemesi akıcılığı güçlendiriyor. Okurken ya onun yerine geçiyorsunuz ya da Tezer'i çok tanıdık birinin yerine koyuyorsunuz. Düşünün, hangimiz çocukluğumuzun o soğuk gecelerinde annemizin koynuna girmedik ki! Sizin de kara önlüğünüz, rutubet kokan eviniz, soba külü temizleyen, her sabah namaza kalkan, yıllarca aynı entariyi giyen babaanneniz olmadı mı? Büyük kentlere gidip gelen insanlara özlemle bakmadınız mı hiç? “Bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım” diye içinizden geçirmediniz mi hiç? Onun kadar gitmek, gitmek ve gitmek istemediniz mi hiç?

Tezer Özlü içindeki gitme arzusunu bizlere şöyle aktarıyor;

“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek…………. İsterim hep.”

“Yaşamım, ölümüm, her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı” diyen Tezer Özlü hep gitmek istemiş. Çünkü Tezer'e göre “Güzel olan, gerçek olan dış dünya ve o dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu" olmuş.

Tezer Özlü, yirmi yaş ile otuz yaş arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın seşiğini aramış. Bu süre zarfında yaşadığı acıları, iki saatlik bir film de görünce dayanamayıp sinema salonundan dışarı çıkmış. Leo Ferre’nin Konseri isimli bölümde anlattığı üzere “Guguk Kuşu” filminden çok etkilenmiş. Filmde doktorlar, hastane düzenine başkaldıran, hastaların dış dünyada iyileşeceklerini savunan, bu yolda çaba harcayan bir hastayı elektroşoka yatırırlar. O anda sinema salonunu terk eden Tezer, seyirciler arasında kendisinden başka elektroşok yiyen birinin olmadığını idrak eder. Zira ondan başka herkes filmi izlemeye devam etmiştir. Kendisi de tıpkı filmdeki karakter gibi hastaların ancak günlük yaşam içinde, yakınları arasında, davranışlarına hasta denilmeyen insanlar arasında iyi edilebileceğine inanmaktadır. Sinir hastalığının da bulaşıcı olduğunu hem de öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebileceğini düşünmektedir. Öyle ki, “şizofreni kokusunu koklamak bile hasta edebilir insanı” diyor. Yine aynı bölümde, Hayalet Oğuz ile birlikte yemek yemeye gittiği bir lokanta da aklından şunlar geçiyor;

“ … Saplantıların acıları, burada da sürüyor. Uyandığım an başlayan, uykunun derinliklerinde ancak azalan acı. Arkadaşlarıma belli etmemeye çalışıyorum. Onlar şakacı, özgür ‘beni’ arıyor. Bulamıyor. Onların dünyasında iniş çıkışlar bu denli büyük değil. Onların dünyasında coşku delilik derecesine varmıyor. Onların dünyasında bunalım ölüm korkusuna, belki de ölüm isteğine dönüşmüyor. Onlar yemek yemeyi her zaman seviyor. Düzenli yemek yiyorlar. Duygusal coşkular yemek gibi beslemiyor onları. Onlar işlerine inanmış. Onlar ‘başkaldırmayı’ savunurken, belli bir düzenin akışındaki yerlerini korumaya çalışıyorlar. Onlar, dolmuşa biner gibi evlenip, iner gibi boşanmıyor.”

“Yeniden Akdeniz” bölümünde ise, bir güney kasabasında, antik tiyatronun en üst basamağında oturmuş gördüğü manzarayı tasvirliyor Tezer Özlü.

“ Toroslar’ın ardından doğacak güneşle bürüneceği renkleri bekliyorum. Güneş, dağları mor, mavi, yeşil, lacivert, kahverengi, koyulu açıklı tüm renklere boyayacak. Güneş, renklerini dağlara yansıtarak doğacak. Dağ sıraları arasındaki vadilerden kalkacak pus, tepelere doğru yükselecek. Günün uzantısında yitene dek. Belki de gün boyu puslu kalacak Toroslar. Sıcak ovanın, pamuk tarlalarının, antik kentlerin gerisinde. Henüz koylar sessiz. Köy yavaş yavaş uyanmaya hazırlanıyor. Bu topraklarda güneş hep böyle doğdu. Gün bitiminde denizin, yeşil mavi denizin içine sönmüş, ama kızıllığını koruyan, yuvarlak bir ateş gibi battı. Sıcak Akdeniz akşamlarında. Geçmiş ve gelecek zamanların akşamlarında. Başka insanların, başka uygarlıklar yaşadığı, yaşayacağı çağlarda. Güneş ısıttı, ısıtacak gökyüzünü. Sahildeki kumları. Verimli ovayı. Geceleri yıldızlar bürüyor gökyüzünü. Eski çağlarda belki kumsalda da sevişti insanlar. Dalgaları ayaklarının altında duydu. Ben, ya da başkası böyle yaşadı Akdeniz’i. Böyle yaşayacak. Binlerce yılın güneşini şimdi ben bekliyorum. Sabaha karşı…”

Ne yazık ki, Tezer Özlü’nün dağların doğurduğu güneşi her sabah kucaklayacak kadar vakti olmadı ama çemberin dışındaki kadınlar yer yüzündeki son gün batımına kadar onu özlemle ve saygıyla anacaklar.

"Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle, okullarınızla, işyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım."

You Might Also Like:
bottom of page