top of page

The Before Trilogy


Sıradan ama yorgun geçirdiğim bir haftanın ardından hafta sonunu da aynı sıradanlıkla geçirmek ve biraz dinlenmek için evde kalıp film izlemeyi tercih ettim. bknz. https://eksisozluk.com/cumartesi-gecesi-evde-oturan-keyfi-yerinde-insan--3573812

Bir önceki hafta, bir yerlerde tesadüfen linkini gördüğüm “Before Sunset” i izleyerek başladım cumartesi gecesine. Lakin bu bir Trilogy imiş meğerse. Yani “Before Sunrise”, “Before Sunset” ve “Before Midnight” şeklinde 3 ayrı takip filmden oluşuyormuş. Film hakkında hiçbir şey okumadan bilmeden tamamen iç güdüsel olarak serinin tam ortasından başladım izlemeye. Seriyi ortadan bölmek çok bir şey kaybettirmedi açıkçası, ilgimi yitirmeden ve sıkılmadan diğer bölümleri de rahatlıkla izledim.

Klişe bir Amerikan romantik-drama filmi gibi gözükse de, ortalama 8 Imdb puanına sahip ve 5,535,495 $ hasılata kavuşmuş başarılı bir film olduğunu söyleyebilirim. Şans eseri yolları kesişen iki gencin tutkulu aşkını anlatan, bir Richard Linklater filmi. Yazan çizen oynayan yöneten hepsini yapan o. Film ve oyunculardan çok bu garip kafanın nasıl çalıştığına takıldım tüm seriyi izleyince. Kadın-erkek ilişkilerine dair oldukça fazla şey söylüyor yönetmen. Zaten diyaloglarla ilerliyor film daha çok. Serinin ilki (Before Sunrise) 1995’te çekilmiş. Aslında oldukça eski bir yapım. Mutlaka bir yerlerde bir şekilde rastlamış olmalıyız bu filme. Fakat ben daha önce izlediğimi hatırlamıyordum. Ya da belki bugün ki halet-i ruhiyeyle izleyince etkisi başka oluyor filmlerin. Bazı filmler ve kitaplar insan ömründe en az 3 kere izlenmeli ve okunmalı bence. Gençlik yıllarında (15-25 yaş aralığı), orta yaşlarda (25-45 yaş aralığı) ve belki gerçekten yaş kemale erince (45’den sonrası…). Bu aralıklar resmi ifadeler değil tabi ki, benim yaş ve dönem algılayışım bu. Bu filmde işte belli dönemlerde izlenebilecek ve yarattığı etkisi de dönemlere göre değişecebilecek bir kurguya sahip. Oldukça sakin ama diyaloglara takılınca oldukça kafayı yoran da bir film.

Üçlemenin ilki (Before Sunrise – 1995 ) Viyana'ya giden bir tren'de ve Viyana sokaklarında, ikincisi (Before Sunset - 2004) Paris’te, üçüncüsü(Before Midnight – 2013) ise komşu kapısı Yunanistan’da geçiyor. Bu güzel yerlere dair gösterilen kareler içimdeki gezginin fitilini yeniden ateşledi. Tanrım! Görülecek ne çok yer, tanıyacak ne çok insan ve dinleyecek ve anlatacak ne çok hikaye var!

Bebek yüzlü Fransız Celine (Julie Delpy) ve şapşal suratlı Amerikalı Jesse’nin (Ethan Hawke) Budapeşte – Viyana treninde tesadüfen tanışmaları sonucu başlayan hikaye, gerçek zamanlı olarak aradan geçen 9 yıldan sonra, tekrar Paris’te karşılaşmalarını (ya da belki buluşmalarını demeliyim; çünkü Celine artık ünlü bir yazar olan Jesse’nin Paris’te olacağını biliyordur!) anlatan ikinci hikaye ve yine gerçek zamanlı olarak aradan geçen bir 9 yıldan sonra, bu sefer hayatlarını nasıl birleştirdiklerini ve muhtemelen de hayatlarının sonuna kadar beraber olacaklarını anlatan üçüncü hikayeyle, film 9 yıl arayla ve aynı oyuncularla, 3 farklı mekanda, 3 kez çekiliyor.

Tabi aradan geçen bu zaman sürecinde karakterlerimiz de eş zamanlı olarak yaşlanıyorlar. Julie Delpy güzelliğinden hiçbir şey kaybetmese de orta yaşlarına gelip, ikiz bebek annesi olunca tam bir cadaloza dönüşüyor. Ethan Hawke’ın da yüzündeki çizgiler keskinleşirken snob bir yazara dönüşüyor. Çocuk sahibi olduktan sonra kadınların fiziksel ve ruhsal dönüşümleri bazen yıkıcı ve yakıcı olabiliyor. Ama sanki erkeklerde ki bu evreler daha sakin geçiyor.

Celine, oldukça kendine güvenli, bağımsız, akıllı ve yaratıcı, dünya meselelerini çözebilecek güce ve cesarete sahip bir feminist ve aktivist bir karakter olarak karşımıza çıkıyor fakat ilerleyen yaşlarında, daha doğrusu çocuk sahibi olduktan sonra kendine olan güveni yıkılıyor. Kadınsal korkulara ve kaygılara kapılmaktan alıkoyamıyor kendini. Ya da belki insana dair korkular demeliydim; sevilmemek, beğenilmemek, yeterince başarılı olamamak gibi kaygılara sahip olmadık mı hepimiz! Bunları aşabilmenin mümkün olduğunu ve ilişki içinde bunları çözümleyebileceğimizi anlatıyor belki film bize. Ya da senarist kendine anlatıyor tüm bunları ve biz de payımıza düşeni alıyoruz. Gerçi elde ettiği hasılattan benim payıma pek bir şey düşmüyor ama olsun, kadın erkek ilişkilerine ve hayata dair getirdiği yorumlara bakınca izlenmeye değer bir yapıt yine de.

Richard Linklater’ın Celine’e söylettiği şu yorum özellikle beni etkileyen söylemlerden biriydi;

“Ben şuna inanıyorum; eğer bir çeşit Tanrı varsa, bu bizim içimizde olamazdı, ne senin ne de benim, ama sadece şu aramızdaki küçük mesafede olurdu. Eğer bu dünya da büyü diye bir şey varsa, bu başka birinin seninle paylaştıklarını anlama çabası olmalıdır. Biliyorum, bunu başarmak neredeyse imkansız, kim umursar ki? Ama cevap çaba göstermek olmalıdır!”

Evet yeterince çaba gösterseydik birbirimizi çok daha iyi anlayabilirdik belki ve böylece dünya kendini yalnız hissetmeyen ve mutlu olan insanların bir arada olduğu biraz daha güzel bir yer olurdu. Bu umudu verdiği için ve Julie Delpy’nin güzel yüzü suyu hürmetine izleyin bu seriyi derim.

Bu Trilogy, bana ister istemez Waking Life’ı ve Boyhood filmlerini de hatırlattı. Filmleri bitirene kadar senarist hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ta ki biraz araştırma yapınca neden sürekli aklıma Waking Life (2001) ve Boyhood (2014) geldiğini anladım. O flimleri de yazan ve çeken aynı yönetmenmiş meğerse. Yoğun diyaloglar ve gerçek hayatla eş zamanlı çekilen filmler bu yönetmenin en belirgin özelliği sanırım. Klasik müziğe olan ilgisi de çok belirgin. Zira filmlerin soundtrack listeleri önemli klasik müzik eserlerinden oluşuyor.

Afiyetle izleyiniz, buyrun aşağıdaki linkten de filmin en sevdiğim müziklerini afiyetle dinleyiniz.

You Might Also Like:
bottom of page