top of page
Ara

Saçlar ve İnstagram Hikayeleri

  • Evrim Aykan
  • 28 Mar 2018
  • 4 dakikada okunur

Sabahın köründe uyandım. Uyanır uyanmaz gördüğüm rüyayı hatırladım. Sarp bir yamaçta dev bir kayanın üzerine uzanmışım, uzaktaki yemyeşil vadiye bakıyorum. Saçlarımı toplama ihtiyacı duyuyorum ama niyeyse birdenbire fark ediyorum ki neredeyse saçlarımın tamamı beyazlamış. Gördüğüm bu rüyaya bir anlam vermeye çalışıyorum. Vaktinden önce mi yaşlandım? Olgunlaşmak mı desek buna! Dertten kederden mi hep bunlar? Geleneksel anlamda güzel bir rüya bu aslında, zira şeref ve itibarımın artacağı güzel tecrübeler yaşayacağım anlamına geldiğini söylüyor Google amca bana. Hiçbir rüyaya olumsuz anlamlar yükleme diyor “babaanne” tarafım! Kendimi telkinle uğraşırken, hayatımdaki çok önemli adamlardan birinin saçlarım hakkındaki yorumu geliyor aklıma; “Saçlarındaki her bir beyaz telin önemi var, çünkü onlar senin tecrübelerin ve hepsi birer yıldız gibi parlıyor başının üstünde!” Evet demek ki bu bir hakikat ve bu güzel bir rüya! İki sene önce, saçlarımı boyamayı bıraktığımdan beri fark ettim ki çok fazla beyaz saçım varmış ve benim şikayetlendiğim bir dönemde bu güzel hatırlatmayı yapmıştı bana bu güzel adam.

Kalktım pencereyi açtım. Henüz tam olarak aydınlanmamış puslu soğuk havanın sıcak yatağıma dolmasına izin verdim. Ben de hemen soğuk havanın yanına kıvrıldım. Her sabah uyanır uyanmaz mutlaka pencereyi açar, bir zen müziği eşliğinde gökyüzünü izlerdim. Bu bir çeşit sabah ritüeli, bir çeşit meditasyondu benim için. Bu sabahtaShivaratri ile yükseldim gökyüzüne. Yere indiğimde açık pencereyi ve dışarıda öten kuşların sesini fark ettim ve aklımdan şu cümle geçti;“Hope is an open window towards this bitter earth!” Waoow! Neden İngilizce bilmiyorum ama bu çok güzel bir insta story olabilirdi. Tabi ki hiç vakit kaybetmeden paylaştım hemen o anı.

Belki o an umutsuz olan birilerine birazcık umut verebilmek ya da kendime bu umudu bu şekilde hatırlatmak gibi bir maksadım vardı ama bunu neden yaptığımızı tam olarak bilemiyorum ve anlayamıyorum hiçbir zaman. Sosyal medyanın büyülü akıntısına kapılmış zilyonlarca insandan bir tanesiyim işte ben de. Sadece bunu yaparken belki diğerlerinden biraz daha farkında, biraz daha gözlemde ve belki biraz daha sorgulamalarda falanım filanım. Hah bak! kullandığım dil bile aynı! Ya da belki bu cümleyi yazarken bile kendimi diğerlerinden ayrıştırma çabasındayım. Nedir insanın bu özel olma çabası? İnsanın gerçekte neyi neden yaptığını kavraması ne kadar da güç. Ve her şeyden önce insan bir eylemde bulunurken neden maksadını bilmek istiyor. Ya da kimse bunu bilmek istemiyor belki de kimsenin umurunda da değil bu. Her şey maksatlı mı yapılmalı? Yaşa işte sen de herkes gibi di mi ama!

Yeterince üşüyünce yatağımdan kalkıp pencereyi kapatıyorum ve işe gitmek için hazırlanıyorum. Küçük bir kahvaltı yapıp çıkıyorum evden. İkinci kattaki Nurcan ablayla karşılaşıyorum.

“Günaydın Nurcan Abla!” diyorum.

“Günaydın” diyor. O da işe gidiyor ve ayakkabı seçmeye çalışıyor kendisine o sırada.

“Maraton başladı ha!” diyorum.

“Sorma Evrim!” diyor.

Evet hepimiz bu koca şehirde maratoncuyuz. Yok oluşa doğru hızla koşuyoruz. Sürekli bir şeylere yetişmeye çalışıyoruz ama vardığımız nokta da derin bir boşluk ve tatminsizlik yaşıyoruz.

Ana yola çıkıp ofise doğru yürümeye başlıyorum. Her sabah yürüyorum; 20 dk. sabah, 20 dk. akşam. En azından bu deli şehrin en kalabalık, en “business” bölgesinde yaşayıp da yürüme mesafesinde işe gidip gelmek büyük nimet benim için ve her sabah bu şansa sahip olduğum için "Tanrı" dediğim şeylere binlerce kez şükür ediyorum. Ama biliyorum ki bu şansı kendi yaratıyor insan aslında. 14 yıllık meslek hayatımda hep çalışmak istediğim yerlerin evime yakın olmasına dikkat ettim. Evimi ve hayatımı işime değil, işimi, çalışma ortamımı hayatıma uydurdum. Doğru olanın bu olduğuna inandım, o yüzden aklımı oynatmadan bu deli şehirde yaşarken ayakta kalabildim.

Kulağımda kulaklık, fonda her telden müzik... her gün her sabah aynı kaldırımlarda, 4 yıldır çalıştığım tasarım ofisine giderken karşılaştığım simalar artık tanıdık. Az önce önümden geçen kağıt toplayıcısı mesela. Sık sık görüyorum onu. Kavruk tenli bir genç. Bu sabah saçını taramış özenle. Alnına doğru da ufak bir Clark Kent perçemi bırakmış. Başka bir coğrafyada başka bir koşulda doğmuş olsaydı, yanık tenli egzotik bir yakışıklı olarak oldukça dikkat çekebilirdi ama “o bir kağıt toplayıcısı!” ya da belki o bir "süper kahraman!" Ve bu onun “görünür olmak, fark edilmek, beğenilmek” gibi ihtiyaçları olmadığı anlamına gelmiyor. O an işte ben de anlıyorum ki, çok temel insani bir ihtiyaç bu. Hangi yaşta hangi cinsiyette hangi koşulda olduğunun bir önemi yok. Sanırım o yüzden hepimiz sosyal medya denen bu hastalığa kapılıyoruz kolayca. Ama ne kadarımız farkında olarak kullanıyor bu mereti. Çünkü sürekli pirinç yemek gibi bu. Pirinç ciddi karbonhidrat içeriyor ve yapay bir doygunluk hissi veriyor ama aslında eskisinden daha hızlı ve daha çok acıkıyoruz. Doğru besinleri, doğru kaynaktan ve yeteri kadar almazsan hasta olursun! Net!

Sait Faik’i hatırlıyorum bir an. Bu günleri görse ne düşünürdü acaba! Yazı yazmayı bırakıp o da "insta hikayeler" paylaşır mıydı acaba? Hikayesi olan anları, hikayesi olan insanları müthiş bir sadelikle ve güzellikte kaleme alan üstat prensiplerinden ödün vermezdi herhalde. Ama kim bilir belki de herkeslerden fazla bağımlı olur ,herkeslerden ilginç insta hikayeler paylaşırdı. Sorun şu ki; kendisi usta bir kısa hikaye anlatıcısı ama 14 saniyeyle sınırlı insta hikayeler paylaşacak kadar usta olabilir miydi? Dünyada en çok saygı ve sevgi duyduğum yazarlardan biri benim için Sait Faik. Hayatımdaki düsturları biraz da ondan öğrendim. İşte tam bu an, işte tam da bu kağıt toplayıcısı karaktere, tam da onun hikayelerinde rastlamak mümkünken, en beceriksiz halimle ben hikaye etmeye çalışıyorum şimdi. Uzun zamandır hikaye yazmadığımı hatırlıyorum. İçimde karşı konulmaz bir yazma isteği kabarıyor. İnsta hikayeler bir Sait Faik hikayesi yazmayı unutturmuş bana. Kaldırımın ortasına oturup sabahtan beri aklıma üşüşen her anı, her kelimeyi, her duyguyu kağıda dökmek istiyorum çılgınca. Ofise dar atıyorum kendimi. İlk yaptığım şey bu yazıyı yazmak oluyor. 14 saniye kıskacına sıkışmadan, koşturmadan, düşünürek tartarak hissederek hatırlayarak yaşayarak yazıyorum bu sefer. Ne çok özlemişim böyle hissetmeyi. Hep böyle hikayesi olan anları yakalardım günlük hayatın içinde, çok sık olmasa da karşı koyamaz oturur bir kaç dakikamı ayırır yazardım o küçük hikayeleri ama son yıllarda her şey gibi o anlar da hızlı koşuşturmalar içinde eriyip gitti. Özlediğim bu duyguya yeniden kavuştuğum için çok mutluyum. Ve içim kuş kadar hafifledi şimdi. Yazmak fiili kadar insanı sağaltan başka bir eylem var mı?

Şimdilerde “instagram story’leri” bu yapay sağaltmayı yapıyormuş gibi geliyor insana belki ama benim gibi nostalji ve melankoliyi yaşatan karakterler varken şu hayatta hikaye yazmak baki kalacak. Yanlış anlamayın bu sosyal medya çılgınlığıyla savaşalım demiyorum ben, tam tersi bu durumla barışıp anlamaya çalışalım diyorum. Bu mecrayı insanlık ve kendimiz adına bir faydaya çevirmeye çalışalım diyorum. Hiç bir şey değişmiyor aslında. İnsanın temel ihtiyaçları aynı. Bunu ifade etme biçimi değişiyor sadece. Çünkü insan evladı hep bir kendini ifade etme çabasında. O yüzden hiçbir şey yok olmuyor yer değiştiriyor, dönüşüyor, evriliyor... Umarım bu devinim ve dönüşüm hep iyiye doğru gider...

You Might Also Like:
IMG-20150726-WA0096
IMG-20150726-WA0032
IMG-20150726-WA0029
IMG-20150726-WA0027
IMG-20150724-WA0075
IMG-20150722-WA0082
20150720_081023
20150723_171052
IMG-20150721-WA0002
IMG-20150721-WA0010
IMG-20150718-WA0046
IMG-20150718-WA0043
Guguk-kusu
rota
Başlıksız-1
IMG_1600
CIMG3852
CIMG3190
DSC_1151
230
209461_10150184225272822_2683756_o
Başlıksız-1
CLvRA5
forest-04
12208300_10153657156922822_4462313531267070309_n
essay-writing
01-reading-a-book
tumblr_inline_n9n20p54yM1rba57i
200_s
cinema
tumblr_static_81kiply24twco4wssskgcsccs
e7fa4ff3aa7a8bdcda0c0010168798cb
spiral-the-great-circle-of-life-from-sacred-of-geometrys-facebook-page-946305_541235905913355_146467
wallpaper-nature-rainy-season
cffe67ff937c218b416c198ba3a43ded
rangi-papa
painting
rainy-weather-bamboo-tree-tattoo-design

             1980’de, Doğu Karadeniz’in bir köyünde, hayatı boyunca hiç manikür ve pedikür yaptırmayacak bir primat olarak dünyaya gelmiş. Kaçkar dağının eteklerinde, inekler, keçiler ve kartallar tarafından bir dağ kızı olarak yetiştirilmiş. Dağların keskin soğuğu cildini yakmış, Çoruh nehrinin azgın dalgalarında saçlarını yıkamış ve çok elma yemiş. O yüzden yanık tenli, kıvırcık saçlı ve kırmızı yanaklı olmuş.

Denizi ve asfalt yolları ilk defa 8 yaşındayken, ailesiyle beraber İstanbul’a taşınınca görmüş. Yüzmeyi 30 yaşında öğrenmiş. 30 yaşında gördüğü okyanusun derinliğinden çok korkmuş. Hala iyi yüzemiyormuş. Onu kartallar büyüttüğü için yüzmek yerine uçmayı tercih ediyormuş.

Çocukken başı kesik bir tavuğun hala koşabildiğini görünce travma geçirmiş. Kendi türünün omnivor bir hayvan olduğu gerçeğini bir türlü kabul edememiş. Bu yüzden türüyle hep kavga etmiş. Kedileri çok severmiş ama canlıların doğada yaşaması gerektiğine inanırmış, o yüzden şehirdeki evlerde kedi besleyemezmiş.

Yazı yazmayı öğrendiği günden beri günlük tutarmış. İlk-orta-lise ve üniversite eğitimini İstanbul'da tamamlamış. Mezun olduğu güzel sanatlar üniversitesi’nin rıhtımı, kendini ait hissettiği, özgürlüğünü ve yaratıcılığını keşfettiği ilk ve tek yer olmuş ama niyeyse yaşamak, öğrenmek ve para kazanmak için biraz acele etmiş. Üniversiteyi bitirmeden çalışmaya başlamış. Ama hiçbir zaman ihtiyacı olandan fazla para kazanamamış, bu yüzden ihtiyacı olandan fazlasını hiç harcamamış. Öyle ya da böyle bir gün okuldan mezun olmuş. Bir takım işler yapmış lakin kariyer yollarında da hiç öyle kendini paralamamış. Çünkü DNA diziliminde hırs denen gen yokmuş. Çalışmaktan çok sıkılmış. Uzakları merak etmiş. Vaktinden önce evlendiği adamla güney yarım kürenin en ucuna gitmiş. O kadar uzakta olmaktan çok korkmuş ve geri dönmüş. Kaldığı yerden devam etmek istemiş ama vaktinden önce evlendiği ve çok sevdiği adamdan ayrılmış. Çünkü kalbi kırılmış. Bir süre alçıda kalmış.

Yeni sayfalar açmış, yeni düzenler kurmuş, yeni insanlar tanımış, kırılan yerlerini alçılara sardırmış, yılmamış kırık dökük yola devam etmiş. Yaşama ve insanlara olan tutkusunu, merakını hiç giderememiş. Çok kitap okumuş ama kafa karışıklığı hiç geçmemiş. Sorunun ne olduğunu bir türlü çözememiş; babası mı onu sevmemiş, iyi bir vatandaş mı olamamış, öğretmenleri ona yanlış şeyler mi öğretmiş... muamma! 

Belki de lanetli hafızasıdır tek suçlu!

“Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir.” Sait Faik Abasıyanık

İşte böyle olmuş Evrim.

Evrim Kim?

Join my mailing list

Search by Tags

© 2023 by Going Places. Proudly created with Wix.com

bottom of page