top of page

Saçlar ve İnstagram Hikayeleri


Sabahın köründe uyandım. Uyanır uyanmaz gördüğüm rüyayı hatırladım. Sarp bir yamaçta dev bir kayanın üzerine uzanmışım, uzaktaki yemyeşil vadiye bakıyorum. Saçlarımı toplama ihtiyacı duyuyorum ama niyeyse birdenbire fark ediyorum ki neredeyse saçlarımın tamamı beyazlamış. Gördüğüm bu rüyaya bir anlam vermeye çalışıyorum. Vaktinden önce mi yaşlandım? Olgunlaşmak mı desek buna! Dertten kederden mi hep bunlar? Geleneksel anlamda güzel bir rüya bu aslında, zira şeref ve itibarımın artacağı güzel tecrübeler yaşayacağım anlamına geldiğini söylüyor Google amca bana. Hiçbir rüyaya olumsuz anlamlar yükleme diyor “babaanne” tarafım! Kendimi telkinle uğraşırken, hayatımdaki çok önemli adamlardan birinin saçlarım hakkındaki yorumu geliyor aklıma; “Saçlarındaki her bir beyaz telin önemi var, çünkü onlar senin tecrübelerin ve hepsi birer yıldız gibi parlıyor başının üstünde!” Evet demek ki bu bir hakikat ve bu güzel bir rüya! İki sene önce, saçlarımı boyamayı bıraktığımdan beri fark ettim ki çok fazla beyaz saçım varmış ve benim şikayetlendiğim bir dönemde bu güzel hatırlatmayı yapmıştı bana bu güzel adam.

Kalktım pencereyi açtım. Henüz tam olarak aydınlanmamış puslu soğuk havanın sıcak yatağıma dolmasına izin verdim. Ben de hemen soğuk havanın yanına kıvrıldım. Her sabah uyanır uyanmaz mutlaka pencereyi açar, bir zen müziği eşliğinde gökyüzünü izlerdim. Bu bir çeşit sabah ritüeli, bir çeşit meditasyondu benim için. Bu sabahtaShivaratri ile yükseldim gökyüzüne. Yere indiğimde açık pencereyi ve dışarıda öten kuşların sesini fark ettim ve aklımdan şu cümle geçti;“Hope is an open window towards this bitter earth!” Waoow! Neden İngilizce bilmiyorum ama bu çok güzel bir insta story olabilirdi. Tabi ki hiç vakit kaybetmeden paylaştım hemen o anı.

Belki o an umutsuz olan birilerine birazcık umut verebilmek ya da kendime bu umudu bu şekilde hatırlatmak gibi bir maksadım vardı ama bunu neden yaptığımızı tam olarak bilemiyorum ve anlayamıyorum hiçbir zaman. Sosyal medyanın büyülü akıntısına kapılmış zilyonlarca insandan bir tanesiyim işte ben de. Sadece bunu yaparken belki diğerlerinden biraz daha farkında, biraz daha gözlemde ve belki biraz daha sorgulamalarda falanım filanım. Hah bak! kullandığım dil bile aynı! Ya da belki bu cümleyi yazarken bile kendimi diğerlerinden ayrıştırma çabasındayım. Nedir insanın bu özel olma çabası? İnsanın gerçekte neyi neden yaptığını kavraması ne kadar da güç. Ve her şeyden önce insan bir eylemde bulunurken neden maksadını bilmek istiyor. Ya da kimse bunu bilmek istemiyor belki de kimsenin umurunda da değil bu. Her şey maksatlı mı yapılmalı? Yaşa işte sen de herkes gibi di mi ama!

Yeterince üşüyünce yatağımdan kalkıp pencereyi kapatıyorum ve işe gitmek için hazırlanıyorum. Küçük bir kahvaltı yapıp çıkıyorum evden. İkinci kattaki Nurcan ablayla karşılaşıyorum.

“Günaydın Nurcan Abla!” diyorum.

“Günaydın” diyor. O da işe gidiyor ve ayakkabı seçmeye çalışıyor kendisine o sırada.

“Maraton başladı ha!” diyorum.

“Sorma Evrim!” diyor.

Evet hepimiz bu koca şehirde maratoncuyuz. Yok oluşa doğru hızla koşuyoruz. Sürekli bir şeylere yetişmeye çalışıyoruz ama vardığımız nokta da derin bir boşluk ve tatminsizlik yaşıyoruz.

Ana yola çıkıp ofise doğru yürümeye başlıyorum. Her sabah yürüyorum; 20 dk. sabah, 20 dk. akşam. En azından bu deli şehrin en kalabalık, en “business” bölgesinde yaşayıp da yürüme mesafesinde işe gidip gelmek büyük nimet benim için ve her sabah bu şansa sahip olduğum için "Tanrı" dediğim şeylere binlerce kez şükür ediyorum. Ama biliyorum ki bu şansı kendi yaratıyor insan aslında. 14 yıllık meslek hayatımda hep çalışmak istediğim yerlerin evime yakın olmasına dikkat ettim. Evimi ve hayatımı işime değil, işimi, çalışma ortamımı hayatıma uydurdum. Doğru olanın bu olduğuna inandım, o yüzden aklımı oynatmadan bu deli şehirde yaşarken ayakta kalabildim.

Kulağımda kulaklık, fonda her telden müzik... her gün her sabah aynı kaldırımlarda, 4 yıldır çalıştığım tasarım ofisine giderken karşılaştığım simalar artık tanıdık. Az önce önümden geçen kağıt toplayıcısı mesela. Sık sık görüyorum onu. Kavruk tenli bir genç. Bu sabah saçını taramış özenle. Alnına doğru da ufak bir Clark Kent perçemi bırakmış. Başka bir coğrafyada başka bir koşulda doğmuş olsaydı, yanık tenli egzotik bir yakışıklı olarak oldukça dikkat çekebilirdi ama “o bir kağıt toplayıcısı!” ya da belki o bir "süper kahraman!" Ve bu onun “görünür olmak, fark edilmek, beğenilmek” gibi ihtiyaçları olmadığı anlamına gelmiyor. O an işte ben de anlıyorum ki, çok temel insani bir ihtiyaç bu. Hangi yaşta hangi cinsiyette hangi koşulda olduğunun bir önemi yok. Sanırım o yüzden hepimiz sosyal medya denen bu hastalığa kapılıyoruz kolayca. Ama ne kadarımız farkında olarak kullanıyor bu mereti. Çünkü sürekli pirinç yemek gibi bu. Pirinç ciddi karbonhidrat içeriyor ve yapay bir doygunluk hissi veriyor ama aslında eskisinden daha hızlı ve daha çok acıkıyoruz. Doğru besinleri, doğru kaynaktan ve yeteri kadar almazsan hasta olursun! Net!

Sait Faik’i hatırlıyorum bir an. Bu günleri görse ne düşünürdü acaba! Yazı yazmayı bırakıp o da "insta hikayeler" paylaşır mıydı acaba? Hikayesi olan anları, hikayesi olan insanları müthiş bir sadelikle ve güzellikte kaleme alan üstat prensiplerinden ödün vermezdi herhalde. Ama kim bilir belki de herkeslerden fazla bağımlı olur ,herkeslerden ilginç insta hikayeler paylaşırdı. Sorun şu ki; kendisi usta bir kısa hikaye anlatıcısı ama 14 saniyeyle sınırlı insta hikayeler paylaşacak kadar usta olabilir miydi? Dünyada en çok saygı ve sevgi duyduğum yazarlardan biri benim için Sait Faik. Hayatımdaki düsturları biraz da ondan öğrendim. İşte tam bu an, işte tam da bu kağıt toplayıcısı karaktere, tam da onun hikayelerinde rastlamak mümkünken, en beceriksiz halimle ben hikaye etmeye çalışıyorum şimdi. Uzun zamandır hikaye yazmadığımı hatırlıyorum. İçimde karşı konulmaz bir yazma isteği kabarıyor. İnsta hikayeler bir Sait Faik hikayesi yazmayı unutturmuş bana. Kaldırımın ortasına oturup sabahtan beri aklıma üşüşen her anı, her kelimeyi, her duyguyu kağıda dökmek istiyorum çılgınca. Ofise dar atıyorum kendimi. İlk yaptığım şey bu yazıyı yazmak oluyor. 14 saniye kıskacına sıkışmadan, koşturmadan, düşünürek tartarak hissederek hatırlayarak yaşayarak yazıyorum bu sefer. Ne çok özlemişim böyle hissetmeyi. Hep böyle hikayesi olan anları yakalardım günlük hayatın içinde, çok sık olmasa da karşı koyamaz oturur bir kaç dakikamı ayırır yazardım o küçük hikayeleri ama son yıllarda her şey gibi o anlar da hızlı koşuşturmalar içinde eriyip gitti. Özlediğim bu duyguya yeniden kavuştuğum için çok mutluyum. Ve içim kuş kadar hafifledi şimdi. Yazmak fiili kadar insanı sağaltan başka bir eylem var mı?

Şimdilerde “instagram story’leri” bu yapay sağaltmayı yapıyormuş gibi geliyor insana belki ama benim gibi nostalji ve melankoliyi yaşatan karakterler varken şu hayatta hikaye yazmak baki kalacak. Yanlış anlamayın bu sosyal medya çılgınlığıyla savaşalım demiyorum ben, tam tersi bu durumla barışıp anlamaya çalışalım diyorum. Bu mecrayı insanlık ve kendimiz adına bir faydaya çevirmeye çalışalım diyorum. Hiç bir şey değişmiyor aslında. İnsanın temel ihtiyaçları aynı. Bunu ifade etme biçimi değişiyor sadece. Çünkü insan evladı hep bir kendini ifade etme çabasında. O yüzden hiçbir şey yok olmuyor yer değiştiriyor, dönüşüyor, evriliyor... Umarım bu devinim ve dönüşüm hep iyiye doğru gider...

You Might Also Like:
bottom of page