@Artvin
Bir kavramı, bir olayı, bir deneyimi, bir insanı anladığını sanıyorsun, ta ki o “şey”le yüzleşene kadar! Bir klişeyi yaşayarak ben de işimden istifa ettim ve biraz seyahat ettikten sonra ben de doğa’ya geri döndüm. "Geri döndüm" diyorum, çünkü zaten oradaydım. Buraya kadar her şey çok normal ve hatta belki biraz da “banelleşti" bu doğaya kaçışlar. Lakin benim hikayem şurada başlıyor. Çok zorlu bir coğrafyada çok çetin şartlarda dünyaya gelmiş bir kız çocuğu düşünün, köyde doğmuş şehirde büyümüş, ne köylü ne şehirli olabilmiş, baba emekli olunca ailesi köyüne geri dönüyor ve sonbahar hasadına yardım etmek için o da ilk defa bu mevsimde ailesinin yanına geliyor. Ve gerisi unutulmaz bir deneyim ve muhteşem bir yüzleşme!
Hiçbir zaman köy yaşantısından uzak olmadım. Hemen hemen her yıl, yaz aylarında Doğu Karadeniz’deki köyümüzü ziyaret ederdim. Yıllık izinlerimde kullandığım ufak tatillerden öteye geçmemişti bu ziyaretler. Şifacı bir annenin ve elinden her iş gelen bir babanın kızı olarak hayatım boyunca onlar kadar girişimci, onlar kadar cesur, sabırlı ve dirençli olmayı diledim. Birazcık oldum da galiba! Ama hiçbir zaman “Oldum ben!” demedim. “Olmak” ömür boyu süren bir haldir. Bazen hiç olamadan da göçüp gidebilir bir insan bu dünyadan. Koca hayatı hep zarar ziyan olan bir sürü insan tanıyorum. Her neyse, ben bu mütevazi ailede ilk değer olarak, en başta alçak gönüllü olmayı öğrendim. Çünkü “Dolu başakların boynu bükük olur” düsturunu öğrettiler bana ilk önce. Cebimizi değil aklımızı ve gönlümüzü doldurmayı seçtik hep bu yüzden. Hal böyle olunca kariyer hayalleri kurmadım hiç. Lüks rezidanslarda yaşamak ya da son model bir araba sahibi olmak da motive etmedi beni hiçbir zaman. Otuz yıllımı geçirdiğim Istanbul’da yeteri kadar “şehircilik” oynamış ve on beş yıldır da kapalı ofislerde yeteri kadar “tasarımcılık” yapmıştım. Gönül işleri dersen, gelen aşka gelme, giden aşka da gitme demedim. Kalp kırıklıkları ve hayat bana öğretti ki, aşk dışarıda aranan ya da bulunan bir şey değil. Öz-sevgi, içteki sevgi, doğa sevgisi, insan sevgisi, var oluşa duyulan sevgi bizi yeterince doyuruyor ve besliyor.
Şimdi tüm bu süreçlerden sonra, bir erkek çocuğu gibi babamla beraber ağır köy işlerini yaparken ki aldığım hazzı, annemle üzümden pekmez, sütten kaymak, kaymaktan tere yağ, buğdaydan un, undan ekmek ve ekmekten de koskocaman bir sevgi ve şükran yaratmanın bana verdiği hazzı ne verebilir? Köyde kaldığım süre içinde öğrendiğim nesilden nesile aktarılan tüm kadim bilgilerin değeri ne ile ölçülebilir? Babamın arı kovanlarını kışa hazırlamasına yardım ederken “ben olmasam da artık sen bu arıcılık işini öğrendin, kendi başına yapabilirsin,değil mi?” sorusunun beni nasıl acıttığını, babamın bir gün bu dünyada olmama ihtimalini dahi düşünmenin canımı nasıl yaktığını size nasıl anlatabilirim? Onun da aynı oranda canının yandığını bile bile bana yok oluşu da hatırlattığı ve dünyanın bu hallerine de beraber hazırlandığımız gerçeğini ne değiştirebilir?
Arıların var-oluşu anlayan müthiş akıllı yaratıklar olduğunu, onlardan korkmadığınız zaman size saldırmadığını, bir kere ısırıldıktan sonra kendimi onlara bıraktığımı ve arı ısırığının çokta korkunç bir şey olmadığını, etrafım onlarca arıyla çevriliyken bile hareket etmediğim için hiç birinin beni sokmadığını ve hatta vızıltılarını can kulağıyla dinleyip benim de onları anladığımı ve doğada durup dururken hiçbir canlının diğer bir canlıya zarar vermediğini biliyor musunuz? Arılar ne denli üretkense, insanlar belki de tüm bu sistemin içindeki en tüketici, en zararlı canlılar.
Bunu söylemekten hiç hoşnut değilim ama babam ne yazık ki avcılıkta yapıyor. Bazen kendini ve evini korumak adına bazen de belki avcı toplumlardan kalma kalıtımsal bir içgüdüyle yapıyor bunu. Sarı çam ağaçlarıyla çevrili bir dağın eteğinde yaşadığımız için bu vahşi doğada her türlü vahşi hayvanla karşılaşmak mümkün. En popüler olanları sırayla; boz ayı, kurt, yılan, tilki, yabani domuz gibi hayvanlar. Yaz aylarında oldukça fazla kişinin zehirli yılanlar tarafından ısırıldığını biliyorum. Yaban domuzları ise daha geçen ay bizim mısır tarlasına girip tarlayı talan etmişler. Tilkiler ise tavuklarla köşe kapmaca oynuyor. Oldukça tehlikeli olan bu oyun doğa ile yapılmış gizli bir anlaşma sanki. Güçlü olan kazanıyor. İnanılmaz bir güç savaşı var. Zira bazen rövanşta alabiliyor doğa, ki genellikle alır! Geçenlerde oğlunu kaybetmiş köy halkından birinin nasıl da acımasızca ve usulsüzce bu dağlarda av yaptığından bahsediliyordu. Bu kişi kurt yavrusu, ayı yavrusu gibi hayvanları avlarmış hep. Çoğalıp üremesinler, insanlara ya da tarlalara zarar vermesinler diye öldürdüğünü iddia ediyormuş. Ve sonra tuhaf bir kesit yaşanıyor adamın hayatında; adamcağız bir gün kendi yavrusunu kaybediyor. Gencecik oğlu bir kaza sonucu ölüyor ve bir yavruyu kaybetmenin acısını garip bir tesadüfle kendisi de tadıyor.
Daha geçenlerde doğayla yüzleştiğim garip tesadüflerden birini de ben yaşadım bizzat. Babamla bir sabah, her sabah olduğu gibi ineklerimizi çayıra bağladık ve yakındaki dağa, kurumuş odunları ve çalıları toplamak üzere yola çıktık. Açık güneşli bir gündü ve ben babamla böyle bir gün geçireceğim için çok mutluydum. Yukarılara doğru çıktıkça önümde devleşen dağlara ve çam ağaçlarına hayran kalıyordum. Ağzım açık etrafı izliyor, çamurlu engebeli bu dağ yolunu nasıl geçeceğiz diye kara kara düşünüyordum. Babamın ise keyfi gayet yerinde, ne yapacağını bilir vaziyette, emektar Tofaş’ını 4 çeker jip gibi dağ yoluna vuruyordu. En tepeye vardığımızda, arabayı güvenli bir yere çekip durduk. Soğuk hava çıplak ellerimi ve yüzümü ısırıyordu. Babam sen arabada bekle dedi ve ormanın derinliklerine doğru daldı. Sana ihtiyacım olursa bağırırım gelirsin yanıma dedi. Peki dedim. Kafam karışıktı ve ciğerlerim mis gibi oksijenle dolmuştu. Dağ kafası yaşıyordum ve olduğum halden çok mutluydum. Arabadan çıkıp bir kayanın üzerine oturdum. Müthiş bir sessizlik içinde karşımdaki dağın sisli bulutların arasından belirmesini izledim. Hayretle ve hayranlıkla, üzerinde oturduğum taş gibi ben de dondum kaldım o an'ın içinde. Tek duyduğum ses ormandaki ağaçların çıtırtısı ve kayaların arasından akan bir su kaynağının sesiydi. Aklımdaki ses ise bir çeşit mantra gibi “Aman Allahım! Çok güzelsiniz ve çok yücesiniz!” diye tekrarlayıp duruyordu. Orada kaç dakika oturduğumu hatırlamıyorum. Sanırım derin bir trans halindeydim. Bu mucizevi güzellik karşısında kendimi çok küçük hissettim. Göz yaşlarım yanaklarımı iyice soğuttuğunda ancak kendime geldim. Ve artık hareket etmenin iyi olacağını düşündüm ve oturduğum yerden kalktım. Ayağımda ince yazlık spor ayakkabılarım vardı ve balçıklı bitki örtüsünden dolayı bastığım yerlere dikkat etmek zorundaydım. Normalde bulanık göl ve derelerden, dibini görmediğim okyanus sularından çok korkarım. O yüzden dibi görünmeyen bitki örtüsü de beni aynı derecede ürkütür. Böcek ya da sürüngen çıkmasından korkarım. Fakat o an garip bir şey oldu ve ben korkusuzca ve merakla o bitki örtüsünü incelemeye başladım. Bu karma karışık çürümüş bitki örtüsünün arasından çıkan narin, renkli çiçekler pırlanta gibi gözüküyordu gözüme. Hepsini yakından inceledim. Kayalar, ağaçlar, çiçekler, yosunlu bitkiler, yapraklar her şey sanki ilk defa görünüyordu gözüme. Bu keşif bana zaman ve mekan kavramını unutturmuştu. Babamın gittiği yöne doğru tırmanırken ayaklarım nemli çimenlerde kayıyor, çıplak ellerle dikenli çalılara tutunuyor, çamurlu yerlerde sürünerek tırmanıyordum. En son babamın sesini duymaya başladım ama o tepeye tırmandıktan sonra nasıl geri ineceğimi bilmiyordum.
Babam beni yukarıdan izliyormuş meğerse ve "n’apıyorsun, ne arıyorsun sen oralarda?" diye sordu. Ben de inceleme yaptığımı söyledim; çok güldü benim bu dediğime. Neyse, "e madem geldin hadi bakalım işe koyul o zaman" dedi. Koca koca kurumuş ağaçların gövdelerini o tepeden aşağıya yuvarlıya yuvarlıya indirdim ve kendimi tüm bunları yaparken çok güçlü hissettim. Büyük bir yorgunluk ve mutlulukla köye geri dönerken annem aradı. Ne yazık ki bize vereceği kötü bir haberi vardı. Sabah çayıra bağladığımız ineklerden biri ölmüştü. Ve ölen “Sarıkız” annemin en sevgili ineği, benim de çok kısa sürede duygusal bir bağ kurduğum, en genç, en sağlıklı ineğimizdi. Haberi duyan babam yıkıldı. Tüm neşemiz söndü ve içimizi büyük keder kapladı. İneğimizin ipi çözülmüş ve yakındaki yoncayı çok yemiş. Nemli yonca karnında şişmiş ve ineğimiz büyük bir acı içinde, midesi patlayarak ölmüş. Ve bu çok kısa bir sürede olduğu için müdahale etme şansımız da olmamıştı, olamamıştı.
Sarıkız’ı öyle cansız bedeniyle çayırda yatarken görünce ayaklarımın bağı çözülmüş, yanına çökmüş ve akşama kadar ağlamaktan içim çıkmıştı o gün. O dev gibi cansız bedeni orada öylece bırakıp diğer hayvanlara yiyecek olmasına izin vermek, onunla beraber yanına bağladığımız diğer ineğimiz ve daha on gün önce emzirmeyi bıraktığı Sarıkız’ın yavrusu günlerce bağırdılar o çayırlarda. İşte tüm bunlar doğanın kurallarına uyum sağlamak ve kabullenmek için verdiğim sınavlardan birkaç tanesi idi. Ailemizin diğer bir üyesi olan köpeğimiz, gidip Sarıkız’ın cesedi başında on gün boyunca nöbet tuttu. Tilkilere, kurtlara, domuzlara engel olmak istedi onu yemesinler diye. Kendi yemedi. Neden bilmiyorum! Belki de Sarıkız’ı tanıyordu ve biliyordu bizim evin ineği olduğunu. Hayatımda ilk defa böyle bir şeye tanık oluyordum. Doğa ve ölüm karşısında ne kadar aciz olduğumuzu ve doğa ananın bize ve ineğimize verdiği bu ceza ile ne demek istediğini anlamakla geçti sonraki günlerim.
Öğrenmek en büyük tutkum. Öğrenmeyi öğrenmek! Anlamayı anlamak! Öğrenmenin en iyi yollarından biri “Bir dağ gibi düşünebilmektir!” diyor, A Sand County Almanac kitabının yazarı Aldo Leopold. Bir dağ gibi düşünebilmeyi ilk öğrendiği anı anlatan yazar, dünyadaki varlıkların birbiriyle olan karşılıklı ilişkisini de ilk o zaman keşfettiğini anlatmış. Yazar söz ettiği zamanda bir arkadaşı ile öğle yemeği yiyormuş. Birden bire, hemen biraz aşağıdaki derenin içinde geyiğe benzettikleri bir şeyin akıntıya karşı yüzmekte olduğunu görmüşler. O şey onların bulunduğu kıyıya vardığında, onun bir geyik değil bir kurt olduğunu fark etmişler. Anne kurdun ardı sıra yavruları da neşe içinde onun yanına varmış. Leopold ile arkadaşı tüfeklerindeki mermileri birbiri ardınca ateşlemeye başlamış. İkisi de “kurtlar azalırsa insanlar tarafından avlanabilecek geyik sayısı artar” diye düşünmüşler. Ateş etmeyi bıraktıklarında, anne ile yavrulardan biri ölümcül yaralar almış, diğer yavrular ise ortadan kaybolmuş. Leopold hadiseye dair şu sözleri dile getirmiş: “Son nefesini vermekte olan anne kurdun yanına geldiğimizde, gözlerindeki yeşil, öfkeli ateşi görebilmiştik. O zaman, onun gözlerinde, benim için o an yeni ama şimdi çok iyi bildiğim bir şeyi fark ettim. Yalnızca anne kurdun ve dağın bildiği bir şeydi bu…”
Daha sonraki yıllarda kurt neslinin giderek tükendiğine tanık olan Leopold, bir yandan da açgözlü ve dizginsiz iştahlı geyiklerin dağları birbiri ardınca istila ettiklerini görmüşler. Ekosistemde yaşayan varlıklar arasında bir ilişki vardır ve bu ilişki, göze görünmese de olağanüstü büyük bir gücü barındırmaktadır. “Şifayı toprağın derinliklerinden çıkarmak” üzere olduğunuz zaman bu güce yaklaşmış bulursunuz kendinizi. Onunla yakınlaşırken onun neye yaradığını görmeyi öğrendiğinizde sevgi ve saygı ile ona hürmet etmeniz kendiliğinden olur.
Köyde bulunduğum süre içinde, okumak üzere, doğal tarım ve şifacılık ile ilgili muhteşem kitaplar almıştım yanıma. Bunlardan bir tanesi Stephen Harrod Buhner’e ait olan “Yeryüzü ile Konuşma Sanatı” idi. İlk defa bu kitapta ismini duyduğum Melekotu(Angelica) bitkisi meğerse benim doğduğum bu coğrafyada da yetişirmiş. Özellikle yüksek kesimlerde rastlanırmış bu kutsal ota. Bu otu doğduğum dağlarda aramaya çok niyetlendim ama hava koşullarından ve mevsim geçişinden dolayı doğru bir zaman olmadığına karar verdim. Ama ilk fırsatta onu bulacağımı ve onunla dost olacağımı çok iyi biliyorum. Bin bir derde deva olan Melekotu’nun, üreme organlarındaki veya bağırsaklardaki krampları önleyici, sindirim sistemini düzenleyici, şişkinliği önleyici, soğuk algınlığı veya öksürük durumunda balgam söktürücü, idrar söktürücü gibi özellikleri varmış. Melekotu kökü, olduğu haliyle yenebilir vaziyetteymiş, küçük bir parçasını cebimizde taşıyıp zaman zaman çiğnemekte bir sakınca yok. Kök kısmı genellikle tentür halinde kullanılıyormuş.
Baldıranlarla aynı soydan geldikleri için benzer özellikleri varmış Melekotu'nun, o yüzden dikkat etmek ve karıştırmamak gerekirmiş. Melekotunun kerevizi andıran kendine has bir kokusu varmış, bu tam olarak onun kokusuymuş, bu kokuyu bilen kişi bu bitkiyi başka bir otla asla karıştıramazmış. Şifacı bir yazar olan Stephen Harrod Buhner bu bitkiyi dengelerini yitirmiş gibi gözüken kadınlara destek vermesi için kullanıyormuş. Histerik astım şikayeti olan, üreme organları dengesini yitirmiş, kendini başkalarında kaybetmeye meyilli, anoreksiya nevroza hastası ve de ruhsal denge ve güç konusunda bir model ihtiyacı duyan kadınlara genellikle bu bitkiyi öneriyor. Bu bitkiyi ruhsal bir şifalandırıcı olarak kullanırken, onun yalnızca ilaç olarak kullanılması yeterli değildir diyor yazar. Bitkiyle iletişim kurmak üzere onunla oturmak, onu yardım için ikna etmek ve neredeyse aileden biriymişçesine yakınlaşmak gerekir; ta ki o, bir kardeşten farksız olana dek…
“Şeylere oldukları gibi değil, olduğumuz gibi bakarız” ya da başka bir deyişle “meseleleri olduğu gibi değil, kendi olduğumuz gibi görürüz.” Son dönemlerde bana bu sözleri hatırlattı yakın bir dostum. Üzerine çok düşündüm. Ve fark ettim ki, son bir yılda geçirdiğim Evrim sürecim çok hızlı ve çok keskin olmuş. Eskiden baktığım ve gördüğüm şeylerin ne kadar değiştiğini fark ettim; çünkü ben değişmiştim. Geçmişte olduğum şeyden bugün olduğum şeye dönüşmem en çokta Afrika'ya yaptığım seyahat ve ardına da doğduğum köye gelip burada doğaya temas etmem sayesinde olmuş. Hayatımın bu döneminde bana beni öğreten, beni ben yapan, bana var oluşu, bana şifalanmayı öğreten, bana gerçekleri gösteren her canlıya, her varlığa, her nesneye, her bilgiye şükranla doldum tüm bu süreçte. Güzel gözle baktığım, beslediğim her şeyin bana geri döndüğünü gördüm. Güzel bakmayı ve sabırlı olmayı öğrendim. Bir dağ gibi düşünmeyi öğrendim. Dönüşmeyi ve dönüştürmeyi öğrendim. Emek vermenin gerçekte ne demek olduğunu şimdiye kadar bilmediğimi fark ettim. Doğu felsefelerinde hep bahsedilen “akışta kalmak” deyimini/deneyimini yaşadığım köyün tam ortasından geçen Çoruh nehri öğretmiş bana çoktan; bunu fark ettim. Bunun için uzak doğuya gitmeme gerek kalmamış. Doğa ile iç içe yaşarken teslim olmanın, kontrolü doğaya bırakmanın hepimizin hayrına olacağını öğrenirsiniz bu topraklarda yaşarken. Bir kavak ağacının altında otururken yaprakların çıkardığı melodiyi asla unutamaz, o anın içinde olan huzuru dünyanın hiçbir yerinde bulamazsınız. Üretmeden tüketmenin yanlışlığını ve şeylere emek vererek sahip olmanın yarattığı hazzı derinden hissedersiniz. Son olarak hızla çöken ekonomik sistemler ve iklim değişikliklerinden sonra dağlara kaçmaktan başka çaremiz olmadığını biliniz. Sizi bilmem ama ben bu bilinç ve tecrübeyle bir “Melekotu” gibi yaşamaya karar veriyorum artık. Belki bir dağ yamacında, belki de bir nehir kenarında bulursunuz beni. Yeryüzüne ve insanlara şifa olmak istiyorum artık. Hala 2 ay sonra nerede olacağımı bilmiyorum ama nasıl yaşayacağımı çok iyi biliyorum...
Think Like A Mountain
You think you understand a concept, an event, an experience, a person, until you face that thing! I resigned from my job by living a cliché, and after traveling a bit, I returned to nature. Everything here is so normal and maybe even a little bit banal. But my story starts right here. Imagine a girl born in very difficult terrain in a very arduous environment, grew up in the city, born in the village, she couldn't be a peasant or an urban girl, when her father retired, her family returned to the village and for the first time this season she came to her family to help with the autumn harvest. And the rest is an unforgettable experience and a magnificent confrontation!
I've never been far from village life. Almost every year, in the summer months, I've visit our village in the Eastern Black Sea. But I've never been in the village for more than ten days. As a daughter of a healer mother and a father from all walks of life, I wished to be as entrepreneurial as they are, brave, patient and resilient. I think I've been a little! But I've never say that I am! It's a lifetime! Sometimes you can get out of nowhere. I know a lot of people whose whole life is a waste of time. Anyway, I learned to be humble at first as the first value in this humble family. We've always chosen to fill our minds and hearts, not our pocket. I have never dreamed of a career. Living in luxury residences or owning a latest model car never motivated me. I played enough urbanism in Istanbul where I spent thirty years and had enough design stuff in stuffy offices for fifteen years.
When the subject comes to love, I would say that if a man gives me love I say ok live the love, if a man wants to go I don't say don't go! Heartbreaks and life have taught me that love is not something that is sought or found outside. Self-love, love of nature, human love, love for existence satisfies us and nourishes us. Now after all these processes, I feel myself such as a boy while doing heavy village jobs with my father, such a good girl make some grape molasses, milking, creamy sweat from oil, wheat flour, bread and bread with my Mom can give me the pleasure of creating a huge love and thanksgiving from bread. What can the value of all the ancient knowledge transferred from generation to generation that I learned during my stay in the village be measured? How can I explain how my heart bursts when my father ask me "Can you do this beekeeping business without me?" How can I tell you that my father somehow burned me into thinking he wasn't in this world? How can he change the reality that even though I feel hurt, he reminds me of his extinction and that we are prepared together with these states of the life?
I understand that bees even understood human existence, that you did not attack them when you were not afraid of them, that I left them to them once, and that the bee bite was not a terrible thing; Do you know that no creature has harmed another creature? Bees are the most miraculous creatures of human existence and perhaps human is the most harmful of all within this system live.
I'm not pleased to say that, but my father is sadly doing hunting. Sometimes he does this with a hereditary instinct, sometimes in the name of protecting himself and his house, perhaps from predatory societies. Since we live at the foot of a mountain surrounded by yellow pine trees, it is possible to encounter any wild animals in this wilderness. The most popular ones are; brown bear, wolf, snake, fox, wild pig. In the summer, I know that quite a lot of people have been bitten by poisonous snakes. The wild pigs just broke into our cornfield last month and plundered the field. The foxes play chickens with a corner paw. It is a dangerous deal with wild nature. The stronger is winning. There is an incredible power battle. Because sometimes the nature can take a rematch, which usually takes! One of the village people who recently lost his son was told how brutally and improperly he was hunting in these mountains. This person has been hunting animals like puppies, bear cubs. He claims to have killed them not to harm people or fields. And then there's a strange cross-section in the man's life. One day he's losing his own baby. Her son is dying of an accident, and the pain of losing a youngster is tasted by him with strange coincidence.
I've had a strange coincidence that I've just faced with nature recently. One morning with my father, as we did every morning, we tied our cows to the meadow and set out to collect nearby woods and dried woods and bushes. It was a clear sunny day and I was very happy to have such a day with my father. As I climbed upwards, I was amazed by the mountains and pine trees that had devalued in front of me. My mouth is open, I'm thinking of how to cross this muddy rugged mountain road. My father is well into the fun, knows what to do, the veteran Tofaş'ı 4 pulling jeep as a mountain road was hitting. When we got to the top, we stopped the car safely. The cold air was biting my bare hands and face. My father said you wait in the car and dived into the depths of the forest. He said if I needed you, I would shout. Well, I said. I was confused, and my lungs were filled with oxygen. I got out of the car and sat on a rock. In a great silence, I was watching the mountain in front of me appearing through the foggy clouds. I stunned with amazement and admiration like a stone. The only sound I heard was the sound of the trees in the forest and the sound of a water source flowing through the rocks. The sound in my mind is "very beautiful looking at the mountains and the trees" and I replied like a mantra "Oh God! You mountain and trees are very exalted." I don't remember how many minutes I sat there. I think I was in a deep trance. I felt so small in the face of this miraculous beauty and sanctity. When my tears deepen my cheeks, I came to myself. And I decided that it would be good to move. I had the summer shoes on my feet, and I had to watch out for the places where I stepped due to the foliage. Normally I'm afraid of blurry lakes and streams, the deep ocean waters I haven't seen. That's why the unseen vegetation scares me equally. I'm afraid of an insect or reptile. But at that moment something strange happened, and I began to dig out that vegetation with fear and curiosity. The delicate, colorful flowers that came from this mixed decayed vegetation looked like a diamond. I dig out them all. Rocks, trees, flowers, mossy plants leaves everything in my eye as if it seemed to me for the first time. This discovery made me forget the time and space. As I climbed in the direction my father went, my feet slipped in moist grass, clinging to bare bushes with bare hands, crawling in muddy places. I started hearing my father's voice last but I didn't know how to get back on top of the hill. My father watched me from above and he asks me "what were you doing there?" I told him I was doing an examination, and he laughed so much that I said that. Anyway, "so come on, let's do our hard work" he said then I lowered the big trees from the top down to the round with a round and I felt very strong doing all these things. My mother called me while we were returning to the village with great fatigue and happiness but she had a bad news. She said that one of the cows that we tied to the meadow in the morning was dead. My father heard the news. All our joy has faded, and we have grieved our grief. When our cow was unraveled, she ate a lot of alfalfa, and our beloved cow died with huge pain. And since it was in a very short time, we had no chance of interfering with it. When I saw Sarıkız lying in the meadow with her lifeless body, I collapsed beside her with and I was awash by crying until the evening. We let her leave her gigantic body there and let her body eaten some other animals. Here are a few of the exams I gave in order to adapt and accept the rules of nature. For 10 days, our dog barked next Sarıkız's dead body. He wanted to prevent from foxes, wolves and pigs so that they could not eat her. The dog didn't eat it, too. I don't know why! Maybe he knew Sarikiz was a member of our family. This is the first time I've ever seen anything like that in my life. On the one hand the nature and death in the face of how incapacitated and the nature of mother and our punishment for what? I tried to understand the nature next days...
Learning is my greatest passion. Learn to learn! Understand to understanding! One of the best ways to learn is "to think like a mountain", says Aldo Leopold, author of the book A Sand County Almanac. He first learned how to think like a mountain, but the author told us that he first discovered the interrelationships between the beings in the world. He was having lunch with a friend when the writer was talking about it. Suddenly, they saw a little bit like a deer in the river just below the river. When that thing reached their shore, they realized it was a wolf, not a deer. After the mother wolf, the babies came to him with joy. Leopold and his friend started firing bullets in their rifles. They both thought that ”if wolves are reduced, the number of deer that can be hunted by humans increases. When they stopped firing, the mother and one of the offspring received fatal wounds, and the other pups disappeared. Leopold said the following words about the incident: When we came to the mother of the last breath of the wolf, we could see the green, angry fire. So in his eyes, I realized something that was new to me at that moment but I now know very well. It was something the mother and the mountain knew. In later years, Leopold saw the wilderness being extinct, and saw that greedy and unfettered appetite deer were following the mountains one after the other. There is a relationship between the living beings in the ecosystem and this relationship, although not visible to the eye, has an enormous power. When you are about to take healing from the depths of the earth, you find yourself approaching this power. When you learn to see what it does to get closer to it, it's spontaneous to respect with love and respect.
During my time in the village, I received great books on natural agriculture and healing for reading. One of them was Stephen Harrod Buhner's rod Art of Speech with the Earth Bun. The first time I heard his name in this book Angelica (Angelica) plant grows in this geography where I was born. Especially to this sacred plant found in high sections. I intended to look for this herb in the mountains where I was born, but I decided that it wasn't the right time because of the weather and the season. But I know I'm gonna find it the first chance, and I'll be friends with it. Angelica a thousand ponds, the reproductive organs or intestines in the prevention of cramps, regulating the digestive system, prevent bloating, cold or cough, expectorant, diuretic properties such as had. The angelic root, as it is, is edible, there is no harm in carrying a small piece in our pocket and chewing from time to time. The root part is usually used in tincture. You should pay attention because it comes from the same breed as the hemlock, it has similar characteristics. The angelic has a peculiar smell resembling celery, it was the smell of the angelica, the person who knew the smell did not mix this plant with any other herb. A healer, Stephen Harrod Buhner, used this plant to support women who seem to be out of balance. This plant is usually recommended to women who have hysterical asthma, lost their reproductive organs, tend to lose themselves in others, have anorexia nervosa and need a model for spiritual balance and power. When using this plant as a spiritual healer, Stephen Harrod says "It is not enough to use it only as a medicine, to communicate with the plant, it is necessary to sit with it, to convince it for help, and to draw closer to the family; until it was no different from a brother."
It's not like "What they are, we look at it as we are!. A close friend who recently reminded me of these words. I thought a lot about it. And I realized that my Evolution process in the last year has been very fast and very sharp. What I have gone through in the past is the journey that I have made a traveling to Africa, and then to come to the village where I was born. In this period of my life, I have been grateful to all who teach me to me, to make me, to teach me to be alive, to teach me healing, to every creature, every being, every object, every information. I've seen what I look at and look back at me. I learned to look good and be patient. I learned to think like a mountain. I learned to transform and make the thing transform.
You know that they say "stay in flow" in the Eastern philosophies. The Çoruh River, which passes through the middle of the village where I live taught me this statement already. I don't have to go far east for this lesson. When living in this land, you will learn that it will be good for us to leave control to the nature or life while living in intertwined with nature. As you sit beneath a poplar tree, you will never forget the melody of the leaves, and you will not find the peace in that world anywhere. Finally, we know that we have no choice but to escape to the mountains after rapidly collapsing economic systems and climate changes. I don't know about you, but I decide to live with this consciousness and experience like a “Angelica". Maybe you'll find me on a mountainside, maybe by a river. I want to be healed to the earth and people. I still don't know where I'm gonna be tomorrow, but I know how to live...